Sosyalist Gerçekçilik ve Faşizm

Hacettepe Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi –

Sanat Yazıları ,. Sayı 17. Cilt 1 sf 165 (2008)

 

20. YÜZYIL BATI SANATINDA İDEOLOJİK YAKLAŞIM OLARAK “SOSYALİST GERÇEKÇİLİK” VE “FAŞİZM”

 ÖZET

Toplumsal güçlere ve sınıf mücadelelerine bağlı olarak yaşanan sorunlar, bir toplumun sahip olduğu tüm değerleri nasıl ele aldığı ve nasıl hayata geçirdiği ile ilgilidir. Bu noktada ideolojik mücadele önem taşımaktadır. Tarih boyu toplumsal gelişmelere paralel ortaya çıkan çatışmalar, sürekli bireysel ya da kolektif başarının elde edilmesi için yaşanmıştır. Kültür ve sanat, ekonomik ve politik çıkarlar doğrultusunda, gelişen ideolojilere yön verirken, çoğu zaman da ideolojik propaganda aracı olarak kullanılmıştır.

20.yüzyılın tarihine yön veren sosyalist gerçekçilik ve faşizm, sosyal patlamalarda, egemen güçlerin çıkarlarını korumada ya da eleştirmede önemli rol oynamışlardır. Sanat hareketleri de tüm bu oluşumların ideolojik yapılanmasında büyük önem taşımaktadır.

Anahtar KELİMELER: İdeoloji, Sosyalist Gerçekçilik, Faşizm

ABSTRACT

SOCIALIST REALITY AND FASCISM IDEOLOGALLY IN 20TH CENTURY WEST ART

 Problems of social powers and class struggles depend on the way a community treats all of its values and how it continues its existence. While culture and art give direction to developing ideologies for economic and political interests, they are seen frequently used as tools for propaganda. Ideological strife is important at this juncture.

Socialist reality and Fascism, which have dominated the history of the 20th century, have played lynchpin roles in social eruptions and in the protection or criticism of the interests of the dominant powers. Art movements are important in the developing ideological structures.

KEY WORDS: Ideology, Socialist Reality, Fascism

                                                      ——————–

“İdeoloji, her özneyi, ne olduğunu, neyin iyi olduğunu ve neyin mümkün olduğunu, fark etmeye yetenekli kılmaktır.”

Göran THERBORN

Birey ya da toplumun yaşadığı ve iletişim kurduğu tüm değerler sanatın hammaddesidir. Doğayla toplum-birey ilişkisinde; somut, soyut, tikel ve öznel yaklaşımlar, zihinde estetik oluşumları yaratarak, yeni önermelere ve yeni düşüncelere dönüşmektedir. Böylelikle yaşadığı “An”ın bireye neler kazandırdığı ya da bireyden neler götürdüğü ortaya çıkmaktadır.

Sanat, görsellik aracılığı ile yaşamın kültürel, siyasal, politik ve sosyolojik gerçeğini ele alırken, üslup özelliğiyle de, bir sınıfın toplumsal duruşunu dolaylı ya da dolaysız bir şekilde dile getirmektedir. İşte bu noktada oluşan fikirlerin dile getiriliş biçimine “ideoloji” diyoruz.

Ancak ideoloji, sadece fikirlerin oluşumundan meydana gelmiş bir öğreti değildir. Toplumların sahip olduğu kültüre bağlı olarak, duyguları, duyusal yakınlıkları, umutları, arzuları, korkuları, nefretleri, inançları, beklentileri, kullandıkları kavramları, psikolojik eğilimleri ve davranış biçimlerini içinde barındırmaktadır.

Yaşamın tüm bu değerleri, bireyin ya da toplumun hayata bakışını ve tavrını belirlemektedir. İdeoloji, eğer öğretilerin toplamı olarak ele alınacak olursa; politik, bilimsel, hukuksal, estetik yönden, felsefi, sosyolojik, ahlaksal ve dinsel değerlerin düzenlenmiş ve yapılanmış fikirsel bütünlüğüdür.

Fransız devriminden sonra kullanılmaya başlayan “ideoloji” kavramı, ilk olarak 18.yüzyılın sonlarında, Antoine L. C. Destutt de Tracy tarafından “idelerin bilimi / science des idées ” olarak tanımlanmış ve 19.yüzyıldan itibaren gelişim göstermiştir. İdeolojinin pratiğe dönüşmesi ve benimsenmesinde İSE en önemli etken, egemen üretim ve tüketim ilişkilerinde yaşanan dengesizliğin sınıfsal çatışmalara dönüşmesidir. Özellikle 18.y.y. sonlarında Avrupa’da yaşanan üç yönlü değişim, 19.yüzyıl sonrası gidişatı değiştirmiştir. 1789’daki Fransız Devrimi ve 1776 Amerikan Devrimi kültürel bir değişimi yaratırken, 1778’deki İngiliz Sanayi Devrimi de Endüstriyel kalkınmayı sağlamıştır. Böylelikle dünya, bu süreçle başlayan bir biri ardı siyasal çalkantıları yaşamak zorunda kalmıştır. 1848 Avrupa Devrimi, 1905 ve 1917 Ekim Rus Devrimi, 1918 Alman Devrimi, 1933 Faşist Devrim ve 1989 sonrası Post-modern / Anti-Komünist Politikalar, toplumların sosyo-kültürel yaşamını belirlemede merkez güç olmuşlar ve buna bağlı olarak ve sınıfsal- ideolojik farklılıklar belirmeye başlamıştır. 20.y.y. başı itibariyle, yeni oluşan ideolojik kavramlar olarak karşımıza çıkan “Radikalizm”, “Liberalizm” ve “Muhafazakarlık”, siyasi yaşamın dengelerinde sürekli değişimler göstererek hayatı pragmatik hale getirmişlerdir.

Hayatı her yönden kaplayan bu değişimler doğal olarak sanatı da etkilemişlerdir. Sanat ise, insanlık tarihi boyunca yaşamın gerçekliğini yansıtmada, öznel tavırla mevcut düşünceleri öne çıkarmıştır. Ancak hangi dönem olursa olsun, sanatın doğrudan ilişkide olduğu toplumsal olaylar, sınıfsal ilişkilerin belirlenmesinde de her zaman belirleyici olmuştur. Örneğin; 19.yüzyıldan itibaren, saray ve kilise geleneğinin yerini alan burjuvazi, aristokrasi ile yeni bir boyutla karşı karşıya gelmektedir. Paralelinde burjuvanın ortaya çıkışıyla giderek büyüyen sanayi de, yeni iş ortamları ve işçi sınıfını yaratmıştır. Yani emeğini satan işçi sınıfı, aristokrasi ve burjuva karşı karşıya gelmektedir. Ancak bu süreç içinde gücü artan burjuva sınıfı karşısında, aristokrasinin hâkimiyeti de azalmıştır. Böylelikle iktidar burjuvanın eline geçmiş ve geride kalanlar da bu sınıfa hizmet etmeye mecbur bırakılmışlardır.

Bu durum, üretim ve tüketim toplumuna doğru hızlı bir gidiş sürecini yaratırken, büyük kitleleri de emekçi durumuna dönüştürmüştür. Özellikle 20.yüzyılın başlarından itibaren oluşan teknolojik gelişmeler, uluslararası çalkantılar ve yaşanan 2 dünya savaşı, yaşamı burjuva sınıfının lehine dönüştürmüştür.

20.yüzyılın sonlarına kadar olan süreçte ise, yaşanan bu çatışmalar, siyasal, ekonomik, kültürel ve sanatsal alanda yeni ideolojik kavramları doğurarak, sınıfsal bilinçlenmelere de yön vermiştir. Çünkü modernizmle başlayan burjuva hareketi karşısında aristokrasi ve işçi sınıfı, sosyal yaşam içinde kendi haklarını savunma ihtiyacı duymuştur. Daha iyi bir yaşam için düşünülen haklar, ancak toplu fikirsel birliğin oluşmasıyla elde edilebilecektir. Kapitalist düzenin acımasız tüketimi, üreten toplumun köleleşmesini ve sanki makinenin bir parçasıymış gibi metalaşmasını ve toplum bilinci olan kitlelerde yeni ideolojilerin yaratılmasını sağlamıştır. Bu sürecin bir uzantısı olarak da, burjuva sınıfına karşı geliştirilen Karl Marks’ın “Marksizm” ideolojisi, sosyalizmin zemini olan komünizmi yaratmıştır. Dünyada oluşan işçi sınıfının sosyalist hareketine muhalif olarak güç kazanan Faşizm ideolojisi de 20.yüzyılın diğer önemli tarihsel bir gerçeğidir.

İnsanlık tarihi boyunca sanatı incelediğimizde, kültür hazinelerini oluşturan eserler, yaşamla direkt bağlantılı bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. Yaşamın gerçek yansıması olan bu eserler, sadece estetik yönü ile değil, taşıdığı felsefe ve ideolojisi ile de önem taşımaktadır. Çünkü sanat, yaşamın ifadesi olup, imgenin genel ve eleştirel yanı ile düşüncenin ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Bu doğrultuda eserin taşıdığı düşünce değerindeki özgünlük, sanatçının sanatsal yaratım gücü ile düşünsel yaratım ve toplumsal ideolojik tavrı arasında oluşturulacak ilişkilendirmeyle bağlantılıdır. Örneğin, Picasso, sahip olduğu ideolojisi nedeniyle, faşist düzenin toplumsal tahribata nasıl dönüştüğünü bir şekilde anlatmak istemiş ve “Guernica”yı yaratmıştır.

Bu nedenle düşünceyi barındırmayan bir eserin sanatsal değeri, ancak estetik değerler ölçüsünde kalarak, anti-ideolojik bir özellik taşıyacaktır. Afşar Timuçin’in de dediği gibi; “İdeolojisiz gibi görünen sanatlarda aslında, kurulu düzenden hoşnutluğun bir ifadesidir ve bir anlamda ideolojidir.” Ancak her sanat eserinin dolaylı ya da dolaysız olarak sanatçının bağlı bulunduğu sınıfı ya da toplumsal duruşunu anlatması da gerekmemektedir. Sanatçı sahip olduğu değerleri ortaya koyacak başka yöntemler belirleyebilir. Eğer gerçekten sanatsal kaygılar taşıyarak eserler ortaya koyuyorsa, bu zaten toplumsal bir duruştur. Ancak yaşamın gerçeklerini yansıtmayan ya da yaşamı yönlendirmede yanlış duruş sergileyen eserler, bazen sanatı yanlış bir araç haline getirebilir.

Özellikle günümüz sosyo-kültürel ortamın sınırsız düşünce özgürlüğü, artık bütün alanlarda olduğu gibi, sanatı da belli kalıplardan çıkarmış ve çok sesli anlatıma dönüştürmüştür. Bu gerçeklikle, sanatçı, yaşadığı dönemin ekonomik, siyasi sosyolojik vb. değerlerini yaşayıp tepki verirken, doğru seçim yaparak aktarmalıdır.

Sanatta Sosyalist ( Toplumcu ) Gerçekçilik 

Sovyetlerin resmi sanat akımı olan “Sosyalist (Toplumcu) Gerçekçilik” anlayışı, siyasi çalkantılara paralel gelişirken, sanattaki uzantısı, diğer Avrupa ülkelerinin sanat geleneğinden çok daha farklı gelişmiştir. Rus sanatı, dinsel öğretilere dayanmadığı için, estetik değerlerde, gerçeğin üzerinde durulmasını savunmaktadır. Bu nedenle sanatın yaygınlaşmasına aracı olan tüm kurumlar, sosyo-kültürel hayatın getirdiği politikaya uygun bir biçimde şekillenmiştir. Dönemin sosyalist politikası, (kapitalist üretim tarzının emekçiler üzerinde yarattığı) haksızlıklara karşı koymayı ve sanatı geniş kitlelere yayarak toplumsal bilinçlenmeyi hedeflemiştir.

Aslında Bizans dönemine dayanan sosyalist düşünce, çağdaş yaklaşımıyla 1830’lardan sonra, Fransa’da Saint Simon ve İngiltere’de Fourier gibi filozofların görüşleriyle olgunlaşmaya başlamıştır. Sosyalist gerçekçiliğin kurucularından olan K. Marks ve Engels, özel mülkiyet hakkının, toplumun yararına ve dengeli olarak kullandırılabilmesi için ideolojik zemini hazırlamış ve sanatsal üretimleri de etkilemişlerdir.

Edebiyat, tiyatro, şiir, resim gibi sanat dallarında görülen Rusya’nın siyasi politikası, daha sonraki dönemlerde diğer ülkelere de yayılmıştır. Bu süreç içinde Avrupa’ya dağılan bazı sanatçılar, buldukları rahat ortamla, sosyalist anlayıştaki düşüncelerini yaygınlaştırabilmişlerdir. Örneğin Almanya’da Bauhaus Okulu gibi kurumlar ve ekoller yaratılabilmiştir. Bu yayılmada en büyük etken, sosyalist gerçekçiliğin din merkezli bir sanat kültürü olmayışı ve Avrupa’da o dönemlerde yoğun bir şekilde yaşanan muhafazakâr milliyetçi politikalara karşı duyulan anti-faşist ve anti-emperyalist duygulardır. Ancak ülkelerin siyasi politikalarına ve geçmişine bağlı olarak sürekliliği farklılık göstermiştir.

Sosyalist Gerçekçiliğin Sovyetler Birliğinde ki oluşumu, Çarlık sonrası uzun süren sınıfsal mücadelelere dayanmaktadır. 1932 yılında Proleter Rus Yazarı Derneğinin “diyalektik maddeci” bir estetik anlayışı oluşturması amacıyla başlattığı yapılanma, 1934 Kongresi’nde (Jdanov’un etkisiyle), Sovyet Yazarlar Birliği’nin resmi ideolojisi olarak “Sosyalist gerçekçilik” sanat kuramının zeminini yaratmıştır. Ancak bu sanat hareketinin, Sovyetler Birliği resmi estetik anlayışı olarak benimsenmesindeki neden, aslında 1917 Ekim Bolşevik Devrimidir. Özellikle 1917–1928 yılları arası, yeni ekonomik düzen içinde, yazın ve sanatın özgür bir yaşam sürdüğü ve (siyasal önderliğin Bolşevizm’i benimsememiş olmalarına karşın) açıkça cephe almayan kimi “yol arkadaşları”na anlayış gösterdiği de bir gerçektir. Özellikle sinema ve sanatın tüm dallarında modernist ve araştırmacı bir tutum sergilenmiştir.

Sosyalist gerçekçilik, ideolojik yönden, kültür ve sanatta ilerlemek ve gerçeği tanımlayıp doğru bir şekilde aktarılabilmek amacıyla dört temel maddeye dayandırılmıştır. Narodnost; yaygın bir izleyici kitlesine ulaşabilme ve onların sorunlarını yansıtabilme /       halk-çılık, Klassovost; sınıf çıkarlarını ifade etme / sınıf-sallık, İdeinost; somut güncel sorunları işleme ve Partiinost; partinin bakış açısına bağlı kalma / parti-cilik. Bu ilkeler; Marksist ve Leninist düşüncelerden yola çıkılarak, Rus Halkçılık geleneği ile oluşturulmuş ve Stalin döneminde uygulamaya geçirilmiştir. (TOBY, 2004 s:118 )

Rusya’nın geleceği bakımından yapılan bu tarihsel oluşumda, Gorki, Marx, Engels, Plehanov ve Lenin’in çalışmaları çok etkili olmuştur. Amaç; siyasi oluşumda, bireysellikten uzaklaşarak kitleleri uyandırmak, sınıfsız bir toplum yaratmak ve kültürel reform çabalarını da beraberinde getirmektir. Bu nedenle öncelik kültür ve sanata ayrılmıştır.

Böylelikle kültür ve sanat, kapitalist üretim tarzından ayrışmış olacaktır. Sanatçı toplumsal bir varlık ve sanatı da toplumsal bir yaratı haline gelecektir. Bu misyonla, sanatçı eşitsizliklere ve sömürü düzenine karşı duruş sergileyebilecek ve sanatını da estetik boyutta topluma sunabilecektir.

Devlet desteği ile başlatılan bu sanat hareketinin çizgisi, kitle ruhunu yönetmek için çok önem taşımaktadır. Bolşevik lider Lenin, büyük bir çoğunluğun okuma-yazma bilmediği halkı konusunda kaygılar taşıdığı için, işçi sınıfının kültür seviyesini yükseltecek figüratif anlayışta, başarılı eserlere ihtiyaç duymuştur. Böylelikle de, oluşturulacak dinamik toplumun kurumsal kimliğine yaraşır bir sanat anlayışı yaratılabilecektir. Bu yüzden, sanatın her alanında, öz ve biçime özgür anlatımlar kazandırılmaya çalışılmıştır. Ancak, devrim ruhunu içinde barındıran dönemin yenilikçi Rus sanatı “konstrüktivizm” ve “süprematizm”, geleneksel üretim tarzlarını reddettikleri için, Lenin’in siyasi anlayışı ile pek uyum gösterememişlerdir.

Ekim devrimini takip eden yıllarda ise Lenin, kitle ruhu üzerinde etki sağlayabilmek amacıyla ajit-prop[*][†]girişiminde bulunur. Toplumun duygularını derinden etkileyecek ve tetikleyebilecek tiyatro oyunları, festivaller, duvar afişleri, resimler ve törenler hazırlanmaya başlamıştır. 1789 Fransız devrimindeki karnavallar gibi, kamyonlar üzerinde devrimci resimler sergilenmiştir.

Kısacası kolektif olarak düzenlenen bu sanat hareketi yeni bir uyanışın öngörüsüdür. Artık sanatta profesyonellik değil, evrensel yaratıcılık düşüncesi hâkim olmaktadır. Bu, proleter kültürün uzantısı olacak yeni bir tanımı da doğurmuştur; “Proletkult ”. 1917 yılında kurulan Proletkult örgütleri, 1918 yılı sonunda da 400.000 üyeye ulaşmıştır. Ancak örgütün lideri Aleksandr Bogdanov, proletkult’ların parti kontrolünden çıkıp, bağımsız bir şekilde sil baştan yapılanmasını öngörüyordu. Bu nedenle Lenin, 1920 yılında örgütün gücünü zayıflatıp, parti kontrolüne almıştır.

Daha sonraki dönemlerde ise Lenin, kitlesel ajit-prop hareketlerinin Bolşevizm’in ilkelerine zarar vereceğini düşünerek, 1918 yılında, Troçki’nin yayımladığı Pravda (Gerçek) gazetesinde “ Çarlar ve Uşakları Adına İnşa Edilmiş Anıtların Kaldırılması ve Rus Sosyalist Devrimi Anıt Projelerinin Üretimi ” başlıklı yeni bir hareketi başlatmıştır. Öncelikle Çarlık döneminin tüm heykelleri yıkılıp, yerine önemli kişilerin heykelleri yerleştirilecektir. Toplumsal birçok konulara değinen yazarlardan; Balzac, Stendhal, Dickens, Flaubert, Zola, Maupassant ve Tolstoy, devrimci düşünürlerden de Marks ve Engels gibi 60’tan fazla ismin heykeli yapılması düşünülmüştür. Bu heykellerin altına konulacak özgeçmiş ve tarihçe sayesinde halkın estetik ve kültür seviyesi artabilecektir. Ancak, Bolşevik lider Lenin’in hazırladığı bu liste, politik toleranslarla dolu oluşu nedeniyle basında sürekli eleştirilmiştir. Lenin’in amacı komünist rejimin politik gücünü hafifleterek, sanatı topluma sevdirmekti. Fakat dönemin Bolşevik karşıtı güçleri, Rus devrimine karşı sürdürdükleri propagandalarla, yönetimin hedeflerini engellemeye çalışmışlardır.

Hummalı bir şekilde sürdürülen bu çalışmalar artık “Proletarya sanatı”nın neye hizmet ettiğini ortaya koymaya başlamıştır. 1920’lere gelindiğinde Rus avangard sanatçıları arasında Bolşevik yanlısı olanlar da yeni tezler ortaya koymaya başlamışlardır. Örneğin Vilademir Tatlin ve Aleksander Mikhailovich Rodchenko’nun birlikte hazırladıkları tezde, “sanatçı, proletaryanın sorunlarına pratik çözümler üreten bir teknisyen olmalıdır” fikriyle Lenin’in beğenisini kazanmışlar ve parti yönetimi tarafından desteklenmişlerdir.

resim-1

Resim 1 Viladimir Tatlin III. Enternasyonel için hazırladığı Anıt model 1919-20

Vilademir Tatlin’in III. Enternasyonal[‡][§]için hazırladığı anıt model çalışması (Resim 1), hem Lenin’in figüratif anıtlarına alternatif oluşu, hem de hükümetin propagandasını yapması nedeniyle farklılık gösterir. Ekim devrimi öncesi, 1915’li yılların süprematist sanatçısı Kazimir Maleviç ise Rus-avangartları arasında olmasına karşın, Lenin’in politikasına ters düşmüş ve bu nedenle sanatına hep kuşkuyla bakılmıştır. Sovyet ideolojisinin modernizasyonu için yapılan kültürel ve sanatsal faaliyetler, Tatlin gibi avangard sanatçıları yeni düşüncelere itmekteydi. Rus Konstrüktivist sanatının kurucusu olan Tatlin yine de eserlerinde Sovyet rejiminin sınıf mücadelelerindeki kitle ruhunu ve propaganda anlayışını yansıtmıştır.

1920’li yıllar, grafik, sinema, fotoğraf alanı için önemli bir süreçtir. Rus-avangard sanatçılarından Rodchenko, estetik anlayışına fotoğraf sanatıyla yenilik getirirken, devrimin ve gelişimin sembolü olan “ideolojinin propagandası” anlayışına, somut göstergelerden uzak ve ironik bir şekilde yaklaşmıştır. Sanatçı ayrıca, yönetimin sanat anlayışına getirdiği, iktidar yanlısı ve somutlaştırılmış tek tipli düşüncelerden oldukça uzak kalmıştır. Bu da onu geleneksel yapıdan koparmaktadır. Fotoğraflarında, bakış eksenine göre, aşağıdan yukarı görünen ya da dışarı fırlayan figürler, caddelerden ve sokaklardan kopup gelen kalabalık insan grupları ve bireylerin saygın- güçlü yanları rahatlıkla görülmektedir.

Rodchenko, fotoğraf sanatına, biçimsel olarak ele aldığı konularla, açı seçimiyle, kadraj yerleştirmesi ve ufuk çizgisinin durağanlığına karşın geliştirdiği hareketlilikle yeni bir boyut kazandırmıştır. Örneğin, bir çalışmasında; yakın plandan çektiği kanal işçilerinin görüntüsü oldukça yoğun mesajlar içermektedir. İki farklı düzlemde duran iki grubun fotoğraftaki görüntüsü, kompozisyonu iki eşit parçaya bölmektedir. Bir tarafta prova yapan müzisyenlerin dinlenişi ile diğer yanda işçilerin çalışması sonucu ortaya çıkan izlenim; sınıfsal yaşam kültürünün karşılaştırılmasıdır. Kısacası, yaşamın farklı kesitlerindeki ideolojilere çarpıcı bir yaklaşım sergilenmiştir.

1917 Ekim devrimi ile başlayan Bolşevik sanat anlayışındaki özgürlük ortamı, 1924’te Lenin’in ölümüyle sona ermiş ve deneycilik çağının kapandığı yeni bir dönem başlamıştır. İktidarın yeni ismi Stalin, sanatta devrimci ruhu daha da güçlendirmek istemiştir. “Kültürel Devrim” hareketi ile başlayan ilk çalışmalarda hedef, sanatta “proleter sanatçı”’nın yetiştirilmesidir.

Stalin dönemi, resim sanatında, topluluk liderlerinin bazılarının orta sınıftan olmasına ve devrimle iç savaşı yaşamış olmak için çok genç görünmelerine rağmen, haki renkli ordu eğitim elbiseleri ve tıraş edilmiş saçları ile “sınıf savaşının” militan ruhu taşıdıkları özellikle vurgulanmak istenmiştir. (TOBY, 2004 s:115 )

Toplumsal içerikli resimlerin birçoğunda ise, fikirler sembollerle anlatılmıştır. Özellikle kırmızı renk, halkın politik birliğini ifade ederken, (Resim 2) gündelik yaşam idealize olmuş görüntüsü ile aktarılmaya çalışılmıştır. Çoğunlukla da figürlerin yüzlerindeki gurur ifadesi, çalışmanın yaşama verdiği mutlulukla bütünleştirilmiştir. Örneğin; Tatyana Yablonskaya’nın “Ekin” adlı eseri, empresyonist tarzda, ancak içerik yönünden toplumsal mesajlarla doludur. Bu yaklaşımı ile beğeni toplayan Yablonskaya’nın “Ekin” çalışması, Stalin ödülü ile onurlandırılmıştır. (Resim 3)

resim-2

 Resim 2 Gustav Klutsis, “Proletarya” 1931

resim-3

Resim 3 Tatyana Yablonskaya, “ Ekin ” 1949

Sosyalist gerçekliğin politik idealleri sanatta ifade edilirken, kadın ve erkeğin toplum içindeki rolleri özenli bir şekilde vurgulanmıştır. Kendini mevcut sitemin ideallerine adamış işçi, asker, kadın, erkek ve daha birçok gruptan kişiler, zihinsel fiziki ve ahlaki açıdan sağlanacak gelişimde kolektif emek gücünü sergiler biçimde ifade edilmişlerdir.

Aleksandr Samokhvalov, yeni sportif iş gücünü temsil eden “Hava Basınçlı Matkabıyla Kadın Metro İşçisi ” ( 1937 ) adlı çalışmasıyla, iş gücünün gerçek yaşamdaki örneği olan “Stahanovit”leri ünlü kişiliklere dönüştürmektedir. Bu çalışmada kadınların iş alanında var olduğunu göstermeye çalışan Samokhvalov, Lenin ve Stalin döneminin feminist değerlerini değiştirmek istemiştir. Çünkü “Stahanovit”lerin çoğu erkek ve eşleri de “eylemci ev kadınları”’dır. Ancak bu resimdeki kadın, özellikle işçi sınıfının bir üyesi olarak gösterilmiştir. (TOBY, 2004 s: 119)

Sovyet sosyalist sitemin önem verdiği elektrik ağının yaygınlaştırılması projesi, Lenin döneminde başlatılmış ve sanatçılar tarafından ele alınan konular arasında yer almıştır. Kır manzaralarında bile görülen elektrik direkleri, Serafima Ryangina’nın “Hep daha yükseğe” adlı eserinde de çarpıcı bir şekilde ele alınmıştır. Bunun yanında spor konusu da oldukça önem taşımaktadır. Kolektif ruh ve enerji, başarıya ulaşma açısından benzerlik gösterdiği için fiziksel aktivitelere karşı ilgiyi artıracak resimler detema olarak kullanılmıştır. Ancak bu resimler, Faşist yönetimlerin vurgulamaya çalıştığı üstün ırk imgelerinden daha farklı yorumlanmıştır. Sovyet resimlerindeki sporcular, toplu antrenman ruhu ile toplumsal yapılanma için hazır hale getirilmeye çalışılmaktadır. Fakat devletin ekonomik çıkarları doğrultusunda gelişen resimsel konular, dönem dönem farklılık gösterebiliyordu. Örneğin; Stalin döneminde, spor konusu özellikle geri plana itilmiştir. Çünkü bireylerin sağlıklı ve zinde oluşlarından ziyade, ekonomik yapılanmayı güçlendirecek işçi ruhuna sahip olmaları daha önem taşımaktadır.

resim-4

Resim 4 Oleksi Shovkunenko, Platon Biletsky and Igor Reznik “İnsanların Sevgi Seli” 1950

Sosyalist gerçekçiliğin en ateşli yılları, Stalin’in ölümüne kadar (1953) sürmüştür. Daha sonraki yıllarda iktidara gelen Nikita Kruşçev ideolojik sanat anlayışını ve denetimini hafifleterek Stalin karşıtı (Neo-Stalin) yeni bir dönem başlatmıştır. Çünkü Stalin, Kruşçev’e göre; Lenin dönemindeki modernleşme anlayışından çok uzak ve liderlik tutkusu taşıyan “kahraman Stalin” imajlarıyla öne çıkmaktadır. Aslında Çarlık döneminin özlemini duyan Stalin, halkın karşısında bir kahraman olarak gösterilmeyi değil, yardımsever ve sevilen bilge biri olarak anılmayı istiyordu. Bu nedenle eserlerin birçoğunda işçilerle askerlerle, partinin önemli kişileriyle ve politikacılarla beraber toplantı halinde resmedilmiştir. Stalin yönetimi, özellikle tanıtılmak ve idolleştirmek amacıyla, seçilen yüzlerce kişinin portre resimleri için devlet ressamları yetiştirmiş ve maddi olarak onları desteklemiştir. Ancak devlet sanatçıları, Stalin’i resmederken çoğunlukla korku duymaktaydılar. Çünkü Stalin, fiziksel olarak göründüğünden çok daha çekici olarak resmedilmesini istiyordu yoksa yaşamları tehdit altına girebilirdi. ( Resim 4 )

Ayrıca Stalin, devrime karşıt grupları ve Menşevikleri birer tehdit unsuru olarak gördüğü için, göstermelik mahkemeler kurarak bu kişilerin birçoğunu ülke dışına sürmüş ve hatta bazılarını da idam ettirmiştir. Bu yüzden resimlerde, özellikle otoriteyi ve yönetime olan saygının korunmasını vurgulatmıştır. İşte tüm bu kişisel tercihler, Kruşçev’in Stalin’e olan kızgınlığını artırmıştır. Parti yönetimine geldikten sonra da, Stalin’i tasvir eden bütün eserleri toplatmış, hatta kitaplardan bile kaldırtmıştır. Sadece işçi sınıfını yücelten toplumsal içerikli resimler yapma geleneği sürdürülmüştür.

Sovyetler Birliğinin kültürel ve sanatsal anlamda resmi ideolojisi olan “sosyalist gerçekçilik”, dönemin diğer ülkelerinde yaşanan sosyal patlamalar nedeniyle Rusya dışına da yayılmış ve hatta devlet yönetimi haline bile gelmiştir. Özelikle II. Dünya savaşı sonrası, bilimsel gelişmeler, sanayileşme ve modernleşmenin getirdiği tüketim ortamı, Avrupa’nın büyük bir kesimini ideolojik yönden etkilemiştir. Yaşanan sosyal ve ekonomik sıkıntılar, sanat dallarının her cephesinde yeni biçimlere dönüşürken, ortaya çıkan eserler, iktidar cephesinin politikaları ile sürekli çatışmıştır. Avrupa ve diğer dünya ülkelerinde sosyalist gerçekliği savunan sanatçılar, faşist yönetimlerin doğurduğu savaş ve otoriteye karşı, yaşam özgürlüğünün elde edilmesini sağlamak amacıyla mücadele etmişlerdir. Özellikle savaş sonrası, yenilikçi hareketlere paralel olarak gelişen “sosyalist gerçekçilik” hızla yayılmış ve İspanya’da Almanya’da Fransa’da Meksika’da, Küba’da ve daha birçok ülkede etkisini hissettirmiştir.

İspanya’nın komünist sanatçı Picasso, dönemin faşist lideri Franco’nun Hitler politikası işbirliğinde yarattığı savaşı protesto etmek ve durdurmak amacıyla Guernica ( 1937) adlı eseri ortaya koymuştur. Bu çalışmadan bir yıl sonra gittiği Fransa’daki atölyesine ziyarete gelen bir Nazi subayının “ Bunu siz mi yaptınız? ” sorusuna, Picasso “Hayır, siz yaptınız” diyerek önemli bir ders vermeye çalışmıştır. 1944 yılında Fransız Komünist Partisi’ne üye olan Picasso, faşizme karşı savaşan dünya halklarının ve Sovyetler Birliği’nin yanında duruş sergilemiştir. 1950 ve 1962 yıllarında iki kez Lenin nişanı ile ödüllendirilen sanatçı, 1953 yılında da Stalin’in portresini yapmıştır. Her zaman ezilen sınıfın sesi olmaya çalışan Picasso, faşizme karşı sürdürülen mücadeleleri destekleyerek bu yönde eserler üretmiştir.

Alman Dışavurumculuğunun en önemli temsilcilerinden biri olan Ernst Barlach, sanatsal duruşunu, her zaman sosyalist gerçekçi anlayışta ve Hitlerin faşist düşüncelerine karşıt bir tavırda sergilemiştir. Barlach, dönemin çalkantılı yıllarında, kendini daha özgür ifade edebilmek ve düşüncelerini paylaşabilmek amacıyla Rusya’ya gitmiştir. Bir arayış içinde olan sanatçı, burada kendisine güven veren bir ortam bulmuştur. Burada edindiği en önemli izlenim ve deneyim; “günlük yaşamdaki yoksulluk” olarak karşısına çıkarken, Almanya’da ki sefalet ortamının Rusya’dakinden çok daha farklı olduğunu görmüştür. Çünkü Barlach’a göre; savaşın ağır ve başarısız koşulları altında ezilen Alman halkı, sistemin bir aracıydı. Ancak Rus halkı yaşamın ta kendisiydi. Orada yoksulluğun nedeni savaş değil, işçi ve köylü oluşlarıydı. Bu nedenle Barlach yapıtlarında, modern çağın ikonu olarak “dilenciler”’i konu edinmiştir. Bunun yanında sanatçının başlıca konuları arasında; köylüler sade ve olağan insanlar, dua edenler, içki içenler, şarkı söyleyenler bulunmaktadır. Fakat Barlach’ın eserleri Nazi hükümetinin politikalarına ters düştüğü için, kamusal mekânlardan sökülerek tahrip edilmiştir. Ayrıca tüm müze ve galerilerden toplatılarak, hepsi yozlaşmış sanat eserleri olarak nitelendirilmiştir.

Diğer bir Alman sosyalist gerçekçi sanatçı Käthe Kollwitz, dönemin en yoğun ve baskılı yıllarını yaşayan biri olarak, emekçi ve devrimci kişiliği ile öne çıkmaktadır. Ailesinin de sosyalist düşüncede olması nedeniyle, sanatta ki kimliği bu yönde gelişmiştir. Kollwitz, kendini tanımlarken; “sanatçı çoğunlukla çağının çocuğudur, özellikle ona şekil veren yıllar erken sosyalist döneme denk geliyorsa. Bana şekil veren yıllar bu döneme denk geldi ve ben tamamıyla sosyalist hareketin içinde yetiştim” şeklinde ifade etmektedir. Weimar ve Nazi döneminin sosyal olaylarına değinen Kollwitz, sanatını, hakların kazanımı konusunda kullanarak, kitleleri sürekli aydınlatmaya çalışmıştır.

Latin Amerika’da esen sosyalist gerçekçiliğin önemli temsilcisi olarak Meksikalı ressam Diego Rivera’yı görmekteyiz. Sanatçı, 1920’lerde Orozco ve Siqueiros ile birlikte “3 Büyükler” lakabını kazanarak Meksika Hazırlık Okulunda ilk duvar resimlerini yapmaya başlamıştır. 1910 yılında diktatör Porfirio Díaz’ın yönetimine karşı oluşturulan devrimde halk, ulusalcılığın yeni kimliği olarak Francisco Madero’yu belirlerken, Rivera da Marksist ideolojiye dayalı bir yaşam biçimini benimsemiştir. Meksika devrimi sonrası, halkın zaferini konu alan ve politik mesajlarla dolu olan birçok sayıda duvar resimleri yapmıştır. Rivera, ezilenleri ve efsanevi liderleri resmederken, panoramik görüntülerde düşmanını da ortaya koyarak sanatında hep yüksek sesli tepkiler vermeye çalışmıştır. 1938 yılında da Troçki ve Breton ile birlikte “dürüst sanat” ve “toplumun bütünsel ve radikal yeniden inşası” arasındaki ilişkiyi yaratacak yeni bir manifesto ortaya koymuş ve “Özgür Devrimci Sanata Doğru” başlıklı bu düşüncenin önemli savunucusu olmuştur.

Günümüzün yaşayan sosyalist düşüncede ki sanatçısı Fernando Botero ise, resimlerinde 50 yıl boyunca Kolombiya tarihinin kanlı geçmişini ve küreselleşme sonucu yaşanan haksızlıkları konu edinmiştir. Abartılı şişman insan figürlerinden tanıdığımız sanatçının son yapıtlarında, Ebu Graib hapishanesinde yaşanılan işkenceler öne çıkmaktadır. “Amerikalıların yaptıkları beni şok etti. Haksızlığa karşı giderek hassaslaşıyorum. Haksızlık kanımı donduruyor, beni öfkelendiriyor. Bu resimler de içimdeki öfkenin dışa vurumudur” diyerek duygularını anlatmaya çalışan Botero, bu çalışmaları, kendi özel koleksiyonunun bir parçası olarak Amerika’da sergilemek istediğini belirtmiştir.

Sanatta Faşist Tavır 

Faşizm, Avrupa kaynaklı bir ideoloji olup, kökeni Antik Roma dönemine kadar uzanmaktadır. Geçmiş dönemlerin büyük uygarlığı Roma imparatorluğu, İtalya’da büyük bir özlemle anıldığı için, I.Dünya savaşı sonrası yaşanan büyük kayıplar, İtalyanların o görkemli ve zaferlerle dolu günlerine geri dönme arzusunu artırmıştır. Toplumsal bu arayışları fırsat bilen Mussolini, savaşın hemen ardından eski askerleri, üniversite öğrencilerini ve işsiz grupları toplamış ve yeni bir siyasi oluşum içinde milliyetçi duyguları tetiklemiştir. Dolayısıyla devletin izninde yürütülen sanat üretimleri de ancak faşist ideolojiye hizmet eden ve onu destekleyen içerikte olabilmiştir. Resimde, grafikte heykelde edebiyatta ve estetik tüm üretimlerde sürekli sınırlamalar getirilmiştir. Faşizm, sanattaki politik tavrını ortaya koyarken, zaman zaman saklamış, ancak çoğunda da mesajlarını direkt olarak sunmuştur.

1922 yılında İtalyan lideri Benito Mussolini’nin siyasi politikası olarak başlayan bu ideoloji, daha sonra iki dünya savaşı arasındaki dönemde, Alman lideri Adolf Hitler tarafından da kabul görmüştür. Aşırı milliyetçilik, anti-komünist düşüncelerin otoriter bir rejimle ülke politikası haline dönüşmesi, dönemin diktatör rejimlerine güç kazandırmıştır. İtalya ve Almanya’nın yanı sıra, İspanya, Fransa, Amerika, Japonya ve Şili gibi Güney Amerika ülkelerinde de faşist ideoloji varlığını göstermiştir.

Faşizm kavramının kökeni Latince “Fasces” kelimesinden türetilmiş olup “ucunda balta bulunan bir çubuk demeti”ni sembolize etmektedir. İtalyancada da “Fascio” sözcüğünden türetilmiştir. Geniş hükümet yetkisini anlatan bu sözcük, Fransa’da ilk olarak aydınlanma devriminde, halkın kontrolündeki devlet gücünü ifade etmek amacıyla kullanılmış, ancak daha sonra bu kavram bazı değişikliklere uğrayarak Mussolini’nin siyasi kimliği haline gelmiştir.

Özellikle 20.yüzyıl Avrupa’sında, şiddetini gösteren bu ideolojinin ortaya çıkışında ve gelişiminde en önemli etken, siyasi ve toplumsal olaylardır. Fransız devriminin “kitlesel-halkçı” vurgusuna karşı, “geleneksel – elitist” bir tepki hareketi olarak doğan muhafazakârlık, burjuvaziye, işçi hareketine ve onun eşitlikçi tavrına karşı çıkarak güç kazanmıştır. Bu arada anti-Marksist söylemin yanı sıra, anti-kapitalist söylemi de benimsemişlerdir. Böylelikle I.Dünya savaşı döneminde statüko kaybına uğrayan ve proleterleşmekten korkan küçük burjuva kesimini de saflarına çekmişlerdir.

Halk ve halkın birliği, aile ve özel mülkiyet, otorite ve hayatta kalma mücadelesi gibi değerleri koşulsuzca kabul etmeye zorlayan Hitler, kendi ulusunu tek bir vücut olarak gördüğünden, diğer ideolojileri bir virüs olarak nitelendirmekteydi. Bu nedenle Komünistler, Yahudiler[**][††], engelliler vb. diğer tüm bireyler onun için potansiyel bir tehdit unsuruydu. Geleneksel muhafazakârlığın cemaat ideolojisini; ırkçı, güçlü devlet ideolojisini; otoriter “Führer / Lider” mülkiyet ideolojisini de; saldırgan bir tavra dönüştürerek ve dünyayı iyi – kötü, güçlü – güçsüz diye ayırarak yeni bir düzen ve ahlak getireceğini umut ediyordu.

Şiddet eğilimindeki faşizm, işçi sınıfının örgütlenmesine yön veren komünizm, sosyalizm ve Marksizm’e karşıdır. Bu nedenle muhalif ideolojilere karşı kendi ideolojisini geliştirme çabasındadır. Ancak Alman ve İtalyan faşist diktatörlük bu mücadeleyi sermaye gücünü de elinde bulundurarak sürdürmek istiyordu. Örneğin Fransız devrimi sonrası, kapitalist ülkelerde ideolojik güç, devlet-din işbirliğinde sağlanarak kiliseye bırakılmıştır. Ancak faşist yönetimde, din; “milliyetçileştirme” ile yer değiştirerek, dini öğretiyle eşdeğer tutulmuştur. İtalya’da çocuklar okul dualarında faşist diktatör Mussolini’yi yüceltirken, Almanya’da da Hitler tanrılaştırılmıştır.

Kendilerini Aryan ırkının üstün yöneticileri olarak gören Adolf Hitler ve partinin üyeleri (Alman Ulusal Toplumcu Çalışma Partisi / NSDAP ), sahip oldukları kültür ve sanat politikalarını da kendi ideolojik yaklaşımlarına paralel sürdürmüşlerdir. Faşist yönetim, Aryan ırkının özelliğine göre; var olan sanatı ve kültürü sürdürmeyi değil, yeni bir ekol yaratmayı hedeflemiştir. Onlara göre sanat, politik mesajlar vererek, toplumu yönlendirmeli ve bin yıl sürecek imparatorluğun yüce kültürünü yansıtmalıdır. Bu nedenle dönemin tüm sanat akımlarını ( Kübizm, Sürrealizm, Ekspresyonizm, Dadaizm ve Modernizm ) reddetmişlerdir.

Hitler, kendinden önceki Eski Yunan ve Roma İmparatorluğunun devamı olarak “bin yıl sürecek Aryan ırkının sanatı” ütopyasına oldukça önem vermiştir. Bu nedenle devlet politikasında resim, grafik, heykel, edebiyat, müzik ve tiyatro sanatından oldukça faydalanılmıştır. Kutsal bir kişi olarak dayatılan Hitler, topluma şiddet ve savaşçı ruhu, son derece romantik mesajlar ve yüzeysel sloganlar içeren afişlerle aşılamaya çalışmıştır. 1940’lı yıllarda bu durumu iyi analiz eden Walter Benjamin, faşizmi “ estetize edilmiş politika” olarak tanımlamaktadır.

Hayali düşmanlarla kışkırtılan halk, afişlerle Alman toplumunun ve ordusunun kutsal ruhunu benliğinde yaşamaktadır. Toplum üzerinde Hitlere olan inancın kuvvetlendirilmesi amacıyla, afişlerin bazılarında “ Hitler sizi her yerde görüyor” şeklinde sloganlar kullanılarak korku yaratılmak istenmiştir. Faşist rejimlerde beyin yıkamak için en önemli strateji, ihtişam gösterileriydi. Kitlesel gösteriler yürüyüşler, anma günleri, heykeller, bayraklar, flamalar ve afişler büyük önem taşıyordu. Halk da bu kitlesel gösterilere karşı büyük bir hayranlık duyduğu için gerçeklerden uzaklaşmıştır.

Hitler ve Mussolini yönetimi her alanda güçlü olabilmek ve sürekli kitle ruhunu ayakta tutarak kendilerini efsanevi bir lider olarak gösterebilmek için, hayali düşmanlar yaratıyorlar ve yayın organlarında hayali zaferler kazanıyorlardı. Halka sürekli büyük tehlikelerden korunmak için sert ve acımasız olunması ve faşist yönetimi eleştirenlere karşı daha sıkı kenetlenilmesi gerektiği vurgulanıyordu. Faşist iktidarların hayali düşmanlara karşı halkı kışkırtmaları ve otoriteyi ele geçirmeleri, insanlık tarihi boyunca çeşitli dönemlerde sürekli yaşanmış tarihsel gerçeklerdir.

Faşist iktidar, bu korku yaratma politikaları sayesinde istedikleri her şeyi yaptırabiliyorlardı. Örneğin; sinema yönetmeni Leni Riefenstahl “Olympia” ve “Triumph Des Willens / İradenin Zaferi ” adlı filmleriyle, Hitler ve Alman yönetimini kutsallaştırmış ve Nazilerin pagan kültüründe büyük önem taşıdığı vurgulamıştır.

Faşizm, ırkçı tavırlarını her yerde sergilemekte ve “ bizden – sizden ” havasıyla halkı kendi içinde etnik çatışmalara sürüklemektedir. Örneğin zencileri “aşağı ırk” olarak nitelendirip, müziklerini yasaklamışlardır. Radyo genel müdürü Evgen Hadamowski, Hitlerin talimatıyla bu durumu resmi olarak radyo anonsuyla bildirmiştir. Ancak 1940’lı yıllardan sonra Alman yönetimi, İngiltere ve Amerika’da çalınan caz müziğinin şarkı sözlerini İngilizceden Almancaya çevirerek propaganda aracı olarak kullanmıştır. Fakat sadece dış politikalarda çalınan caz müziği aslında sürekli yasaklı kalmıştır.

Faşizmin ruhunda var olan otorite, hem Mussolini, hem de Hitler için büyük önem taşıyordu. Çünkü bu, onların iktidardaki devamlılığının bir sigortası gibiydi. Halkın karşısında otoriteyi sağlamak için her yola başvuruluyordu. Kılık kıyafet, davranış biçimi, mitingler, konferanslar özel olarak düzenlenip halka sunuluyordu. Bunun yanında, politikada dinsel unsurların tarihsel efsanelerle birleştirilmesi ve rejime karşıt görüşte olan kitapların yakılması, toplumun hükümete olan sadakatini artırmada kullanılmış yöntemlerden bir kaçıydı. Anıtsal yapıtlar, dev heykeller, milli duyguları kabartan marşlar, ezici ve ürkütücü yapılanmanın sembolleridir. Heykeller, Roma döneminde olduğu gibi, gladyatör ya da Yunan sporcusunun çıplak ve atletik yapısına benzer görünümde, ufak değişikliklerle yeniden yorumlanmıştır. Bütün bu zor şartlara rağmen, Nazi hükümetine direnen Nasyonal Sosyalist bir kesimde mevcuttu. Irkçılığa karşı olan bu anti-faşist gruplar, çok fazla seslerini çıkaramasalar da ufak çaplı direnişler de bulunabiliyorlardı.

Dönemin Dadaist sanatçısı John Heartfield’ın fotomontaj tekniğinde yaptığı “Yaşasın tereyağının hepsi bitmiş” adlı eserinde çeşitli ironik yaklaşımlarda bulunarak, Alman Nazizminin hiçbir sağduyuya ve mantığa dayanmadığını çarpıcı bir şekilde vurgulamıştır. (Resim 5) Fotoğrafta, gamalı haç motifli duvar kâğıdı ile kaplı bir odada, masa başında oturan soylu bir ailenin bisiklet yiyişi tasvir edilmiştir. Eserde büyükanne kömür küreğini çiğnerken, bebek baltayı kemirmektedir. Bu çalışma ile, Herman Görin’in yiyecek kıtlığının faydalarını üzerine belirttiği “Demir, bir ülkeyi her zaman güçlendirir” sözüne gönderme yapılmaktadır.            (TOBY, 2004 s: 73)

resim-5

Resim 5 John Heartfield “Yaşasın tereyağının hepsi bitmiş” 1935

Toplumsal gerçekçi sanat anlayışında sıkça karşılaştığımız çalışan işçi sınıfının günlük ve tarımsal hayatına dair konular, Faşizan örneklerde de karşımıza çıkmaktadır. Gisbert Palmié’nin “Çalışmanın ödülleri” adlı eserinde olduğu gibi, Nazizm’in altın çağı ifade edilmeye çalışılmıştır. Resimde kullanılan sarı kumaş ile figürlerin sarı saçları, Nazizmin altın çağını sembolize etmektedir. (Resim 6)resim-6

Resim 6 Gisbert Palmié “ Çalışmanın ödülleri ” 1933

Diğer yandan modernist eğilimlere ivme kazandıran dönemin sanat akımı “İtalyan Fütürizmi”, faşist yönetim ile ideolojik açıdan paralellik göstermektedir. Çünkü çıkış noktalarındaki ortak gaye, Roma imparatorluğunu tekrar yaşatma özlemidir. Kurumsal alt yapı olarak, şiddetin politik olarak kutsanmasında faşizme destek veren fütürist sanatçılar, “Biz saldırgan devingenliği, hummalı uykusuzluğu, kuşkuyu, ölüm perdesini, şamarı ve yumruğu yücelteceğiz” diyerek, sanatı değil, toplumu değiştirmek istemişlerdir. Bu nedenle I.Dünya savaşı sonrası, Mussolini’nin faşizmi ile bütünleşerek siyasi bir kimlik kazanmışlardır.

Entelektüeller ve genç sanatçılar, İtalya’nın önemli ressamlarından Umberto Boccioni, Luigi Severini, ve Carlo Carra 1911’de yayınladıkları Fütürist resim sanatının ilk manifestosu ile alt üst olurken, yaşam, verilen mitingler ve şiddetli kavgalar sonucu kaosa sürüklenmiştir. Şiir, edebiyat, resim ve heykelde etkin olarak üretim sergileyen fütürizm ( gelecekçilik ), geçmişi hatırlatan her şeyi (müzeler, kütüphaneler) yok etmeye çalışarak, devrimci bir program izlemiştir. Aynı yıllar Rusya’da, Puşkin, Tolstoy, Dostoyevski’nin anlayışına karşıt olan fütürist sanatçılar, şiirde sokak dilinin kullanımını arzularken, edebiyatta mantıklı cümleler kurmayı reddetmişlerdir.

Hitlerin sanat alanında yaptığı devrimlerden bir tanesi de modern ve anti-faşist sanatçıların çalışmalarını müzelerden toplatarak gözdağı vermek ve sistemin bir parçası olarak hizmet etmelerini sağlamaktı. Amaç, her şeyde olduğu gibi sanatta da yozlaşma (dejenerasyon) kültürünü yaratmaktı. Fakat Hitlerin yozlaşma kavramı, modern sanat yozlaşma kuramından farklılık göstermektedir. Aslında, uygarlığın genelinde meydana gelen bozulmayı tanımlayan bu kelime, siyasi bir tanım olarak güçsüzlüğü ve düzensizliği ifade etmektedir. Siyasal ve politik olan bu söylem sayesinde toplumun ahlaki ve kültürel değerleri güç kaybederek, sistemin otorite sağlaması daha da kolaylaşacaktır.

Fakat yapılan tüm baskılara rağmen, faşizmin seçkin bir ırk (Aryan ulusu) ve tek güç olma hayalinin başarısızlıkla sonuçlanmasında önemli bir detay vardır. Çünkü sosyo-ekonomik krizler, iktidar ve otoritenin verdiği milliyetçi güçle çözülemediği gibi, sermayeyi reddetmekle de varlık göstermesi imkânsızdır. Alman faşist yönetimi, aslında, burjuvanın toplumlar üzerinde gizli iktidar olduğunu göremeyecek kadar bencildi. Sermaye desteğini kabul etmeyen Alman faşist yönetimi, ekonomik yatırımların çoğunu ordu ve silah sanayisine, çok azını hastane, okul, konut, park, yol ve baraj gibi yapılanmalara ayırıyordu. Bu durum hem burjuvaya karşı hem de anti-emperyalist sınıflara karşı mücadeleyi gerektirdiğinden, işleri daha da zorlaştırmıştır. Sonuçta Almanya, İtalya ve diğer faşist iktidarlar adına planlar suya düşmek zorunda kalmıştır. Ancak günümüze kadar olan süreçte, özellikle de 1990’lardan sonra tekrar yükselişe geçmiştir. Almanya’da “Neo-Naziler”, Yugoslavya’da Slobodan Milosevic, Amerika’da “Ku Klux Klan”, “Amerikan Nazi Partisi”, “Beyaz Üstünlüğü / White Supremacy“, “Ulusal İttifak Örgütü / Semitik[‡‡] inançlar” bu ideolojinin post-modern sürümleridir.

SONUÇ

Tarihsel sürece baktığımızda, 20. yüzyılın ilk çeyreğinden günümüze kadar olan sanat anlayışının, günlük yaşamı sorgulayan, yönlendiren ve toplumsal konuları ele alan bir özelliğe sahip olduğunu görmekteyiz. Batı sanatının gelişim sürecini ele alan sanat tarihçisi Arnold Hauser, “Sanat Tarihinin Felsefesi” adlı eserindebu konuyu desteklerken, sanat eserlerinin sınıf, ayrıcalık ve sosyal konum çatışmaları üzerinden ilerlediğini ve bu nedenle zamanın, siyasi ve toplumsal koşullar altında şekillendiğini savunmaktadır. Bu nedenle sanatı, sadece bireysel dehanın zaman dışı edebi ifadesi olarak görmeyip, “düşüncenin ideolojik doğası” olarak da değerlendirmiştir. ( EISENMAN 2007 s:119 )

Hauser gibi, sanat eserinin gerçek değerini ortaya koymaya çalışan sanat eleştirmenleri, yapıtın hangi doğal ve toplumsal şartlarda üretildiklerini göz önünde bulundurmaktadırlar. Çünkü tarihsel yapı içinde toplumların yaşadıkları sosyal-kültürel, ekonomik ve siyasal gelişimlerin estetik açıdan yansıtılması ve bunun ele alınarak ifade edilmesi, toplumsal gelişime büyük katkı sağlayacaktır.

Sosyalist gerçekçilik ve faşizm’in kültür, sanat politikalarını genel olarak değerlendirdiğimizde teorikte, ikisinin de diktatörlükten yana olduğunu, ancak pratikte sınıfsal tercihlerin ayrıştığını görüyoruz. “Sosyalist gerçekçilik” ideolojisinin siyasal politikası, milyonlarca emekçinin çıkarlarına göre düzenlenirken, “Faşizm” ise tam tersine, sermaye grubunun en savaşçı ve saldırgan gücü olarak, sınıfsız bir toplum yaratabilmeyi amaçlamaktadır. Sınıf sorunlarına yapıcı yaklaşamadığı gibi, uluslararası kapitalist politikayı da (burjuva sınıfını) karşısına almıştır. Bütün politikaları kendi tekelinde sürdürerek kitlelerin kin ve nefretini kazanmış faşizm, en başta sanat olmak üzere, her türlü malzemeyi propaganda aracı olarak kullanmıştır.

Sosyalist anlayışın mücadelesi ise; “proletarya”nın çıkarlarını koruyarak evrenselleştirmeye çalışmaktır. Fakat bu sistem de kendi içinde muhafazakâr yapısını kıramamıştır. Sanatı ve sanatçıyı ideolojik baskı altında tutmuş ve yaratıcılığın gelişiminde kısıtlayıcı olmuştur. Bu durumu fırsat bilen uluslararası çıkar örgütleri ise anti-sosyalist politikalar yaparak, rejimi zayıflatmayı başarabilmişlerdir. Sonuç olarak demokratikleşme, evrenselleşme ve rekabet etme duygularının yeşerdiği küresel ortam, hem faşizm hem de sosyalist gerçekçiliğin sonunu hazırlamıştır. Özellikle 1990 sonrası, geçmişte devrimsel olarak ortaya konulan tüm ideolojik değerler asimile edilerek, toplumsal içerikten ayrıştırılmıştır. Sanat da bu durumdan en çok etkilenen olgular arasındadır.

KAYNAKÇA 

BELGE, Murat – 1997 Marksist Estetik / Christopher Caudwell Üzerine Bir İnceleme, İstanbul: Birikim Yayınları

BERGER, John (Çev: Bige BERKER) Sanat ve Devrim, İstanbul: Yankı Yayınları

DİMİTROV, Georgi (Çev: Seçkin CILIZOĞLU-Ali ÖZER) 2005 Faşizme Karşı Birleşik Cephe, İstanbul: Evrensel Basım Yayın

EISENMAN, Stephen F. (Çev: Işıl ÖZBEK) 2007 Ebu Graib Etkisi / Batı Sanatında Şiddetin Kökenleri, İstanbul: Versus Yayınları

HADJINICOLOU, Nicos – 1998 Sanat Tarihi ve Sınıf Mücadelesi, İstanbul: Kaynak Yayınları

LÖWY, Michael (Çev: Yavuz Alogan) 1999 Dünyayı Değiştirmek Üzerine, İstanbul: Ayrıntı Yayınları

OKTAY, Ahmet – 2000 Toplumsal Gerçekliğin Kaynakları, İstanbul: Tüm Zamanlar Yayıncılık

OKYAYUZ, Mehmet – 2004–05, (Klâsik) Faşizmin Kavramsallaştırılması Üzerine Bir Deneme, Ankara: Doğu-Batı Düşünce Dergisi (Dün-Bugün-Yarın İdeolojiler 3) Sayı:30: 191–208

PARKER, David – 2003 Batı’da Devrimler ve Devrimci Gelenek 1560–1991, Ankara: Dost Yayınlar

TOBY, Clark (Çev: Esin Hoşsucu) 2004 Sanat ve Propaganda – Kitle Kültürü Çağında Politik İmge, İstanbul: Sanat ve Kuram Ayrıntı Yayınları

TUNALI, İsmail – 2003 Marksist Estetik, İstanbul: Kaynak Yayınları

İnternet Kaynakları:

www.universityofthepoor.org/schools/artists/wwII/heartfield.htm

www.mysticbourgeoisie.blogspot.com/2006/02/body-mind-and-spirit-iii-blonde-on.html (3.2.2006)

www.ufukcizgisi.org/index.php?in=110&p=866 – 17k – (2.11.2005)

http://hbasak.blogcu.com/3206338    (7.6.2007)

[*] Ajit-Prop: Sol siyasi söylemde “Ajitasyon” ve “Propaganda” çalışması için kullanılan kısaltma.

[‡] Enternasyonal: Dünya işçi sınıfı hareketinin, uluslararası dayanışma ve örgütlenmeyi sağlayabilmek için, 19. yüzyılın ikinci yarısında itibaren başlayan çalışmalar sonucu, konferans ve sekretaryalara verilen addır.

[**] Yahudiler, Faşist yönetimlerin Antisemitist politikalarıyla, daima tehdit altında kalmışlardır.

Antisemitizm: (Yahudi karşıtlığı / düşmanlığı.) Yahudilik dinine, ırkına, kültürüne veya milletine karşı duyulan düşmanlıktır.

[‡‡]Semitizm : Semit, yani Sami diye adlandırılan etnik grup, sadece Yahudileri değil Arapları da içinde barındıran grup