Hacettepe Üniversitesi, 8. Ulusal Sanat Sempozyumu,.
Cilt 1, s: 289-302 (2006)
SANAT VE KÜRESELLEŞME
“Modernite, anlık olandır, geçip gidendir, olumsal olandır,
sanatın yarısıdır; öteki yarısı ise sonsuz olandır, değişmeyendir”
Baudelaire
Sanatın, bilimin ve kültürün ekonomik yapıdaki yansıması “küreselleşme” ile doğrudan ilişkilidir. Bugün için toplumların ortak ideolojisi “yeni bir toplum ya da yeni bir çağ” üzerine kurgulanmaktadır.
Küreselleşme olgusunun bugün var olmasına neden olan tarihi ideolojik yapıyı ele almak sanırım daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Küreselleşmenin ( globalisation /küreselleşme-globalleşme) kelime karşılığı üç boyutlu yuvarlak olup, diğer bir anlamda da yer küreyi ifade etmektedir. Küreselleşme, modernitenin fikirsel kültürel ve sosyo-ekonomik boyutta kendini yeniden kurması olarak ta tanımlanabilir. Dünya kültürler arası hesaplaşmanın ( farklı din, dil, ırk’a ait toplumların sahip oldukları kültür miraslarıyla, dünya ortak pazarına sunup satışını gerçekleştirme amacı ) sonucu olarak, ortaya çıkan küreselleşme kavramı, artık bireyin yaşam alanlarını hem sınırsızlaştırdığı gibi, aslında bir o kadar da sınırlandırma durumuna düşmektedir. “Teknolojik toplum”, “bireyselleşmiş kalabalık toplum”, “refah toplum” “gizli iktidar mücadeleleri” türünden sosyal adalet mekanizması, küresel bir direniş hareketinin maddi ve politik temellerini yaratmıştır.
Geçmişten gününüze kısaca bir değerlendirme yaparak, bugünkü küreselleşme kavramının serüvenini daha iyi anlayabileceğimiz kanısındayım. 19.yüzyılı kültür ürünlerinin metalaşmaya başladığı bir başlangıç çağı olarak ele alabiliriz. Aristokratların hızlı artışı, kurumların ve devletlerin hâkimiyetini geriletmeye başlamıştır. Kültür üreticileri, sürekli piyasayı alt üst ederken, yaratıcı yönlerini propaganda amaçlı olarak kullanıyorlardı. Sanatta; artık sonucu ne olursa olsun, ürünün satışı ile ilgilenilmeyip, estetik ve düşüncenin temellerini nasıl değiştirebiliriz kaygısıyla yaklaşıyorlardı. Bu sayede “kültür tüketicileri” sınıfı da peşinden doğdu. Bunun sonucu olarak da sanatçı ürettiğini pazarlamak ve satışını üstlenmek durumuyla karşı karşıya kaldı. Sanatçının “sanat ürününü” ortaya koyma sürecinde ki tüm mücadeleleri, onu kendi dönemi içinde farklı kılmaktaydı. Çünkü hiç bir ideoloji, onun ortaya çıkışını engelleyemiyordu. Benjamin, böyle bir ortamdaki sanata “gizemli sanat” olarak tanımlama getirmiştir.
Resim 1 Edouard MANET, Kırda Kahvaltı, T.Ü.Y.B. 1863 208 x 264cm
1848’den sonra Paris’te yaşanan büyük kentsel büyüme ve ardında taşıdığı büyük sosyal patlamalar sanki bir şeylerin habercisiydi. Bu dönemde başlayan modernizm, doğrudan toplumun kentsel yaşam üzerinde sanatsal bir yansımasıydı. 1848 devrimlerinden ve Komünist Manifesto’nun yayınlanmasından sonra “sempatik kapitalizm” kendini iyiden iyiye kabul ettirmeye başlamıştı. Bu dönemin sanatçılarından biri olan Manet’in resimlerinde kentsel yaşamın modernist eğilimlerini çok rahat bir şekilde görebiliriz. (Resim 1) Yüzyılın sonlarına doğru fikirsel ve estetik açıdan modernizmin gücü, yeni üretilen makinelerde, yeni ulaşım ve iletişim araçlarında, mimaride etkili bir biçimde hissedilmeye başlandı. Ancak, batıda tüm Avrupa’nın top yekûn hızlı çıkışına rağmen ABD, sanatçıların ve aydınların eserlerini fazla önemsemiyordu. Avrupa’nın kapitalist modernizasyonu savunan sınıf ve gelenek mücadelesi, ABD’de 1945’lerden sonra patlak vermeye başladı.
20.Yüzyılın başlarında acımasızca ortaya çıkan savaş, modernizm’e gölge düşürmüş, felaketi de tarih sayfalarına yazdırtmıştı. Ancak aydınlanmanın ortak inançları yıkılıp, vizyon’un (perspektivizmin) yükselişi ile toplum hareketlerinde estetik bilinç artırmıştı. Sanat artık kalıplardan iyice çıkmaya başladı.
Modernizm, enerjisini makineden, fabrikadan ve çağdaş teknolojinin gücünden alıyordu. Kente hâkim olan akılcılık ilkesi, insanın doğasında var olan hırs dürtüsünü adeta pompalamaktaydı. Bu hızlı gidiş ve enerjinin yarattığı büyük kentleşme arzusu, İtalyan fütüristlerini bile öylesine etkilemişti ki, şiddet dolu bir yaratımın ardından ki yıkıcı ve anarşist duygularını da filizlendirmiştir. Mussoloni kahramanları gibi… De Chirico deneysel modernizmi bir kenara bırakıp, ticarileşmiş güzellik anlayışının peşinden giderek, güç sembolü olan at figürlerini tarihi kıyafetlerle resmetmesiyle iktidarın ilgisini çekmeyi başarmıştır. ( Resim 2-3 )
Resim 2 Giorgio De CHIRICO
Resim 3 Giorgio DeCHIRICO 1965-70 Collezione privata , I Puritani
İki savaş arasında ki dönem artık demokratikleşme ve evrenselleşme ruhunu harekete geçirme zamanıydı. Sanatçılar politik tavırlarını daha özgürce ortaya koyabiliyor ve bir takım ilkeleri sarsacak eserler üretebiliyorlardı. 1930’lu yıllardaki güçlü sosyalist düşünceyi savunan eğilimlerinin yıkıcı, tahrip edici propagandasına karşılık, savaş sonrası ABD’nin temel politikası, ifadeci ve yaratıcı birey özgürlüğünün zeminini hazırlamaktı. Jackson Pollock’un büyük boyutta, meydan okuyan tuvallerinden Amerikan liberal demokrasisinin ruhunu artık yakalayabiliyorduk. ( Resim 4-5 )
Resim 4 Jackson POLLOCK’un çalışma anı
Resim 5 Jackson POLLOCK’un sergisinden bir görünüm
1960’lı yıllara gelindiğinde artık karşıt düşünceler ve kültür hareketleri, modernizmi geride bırakmaya başladı. Tekelci zihniyet ve kurumsallaşmış iktidar, zeminini oluşturduğu gibi, baskıcı teknik-bürokratik akılcı zihniyette otoritesini kurmuştu. Ama çok geçmeden bu duruma tepkiler doğmaya başlar. Anti- otoriter eylemler hız kazanmaya başlar. Resimde, müzikte, giyimde, dilde ve günlük hayatta yaşanılan sıra dışı fikir üretimleri sayesinde birey, demokratik yaşam alanlarını genişletmeye çalışmıştır.
Bu çıkışların en yoğun olduğu kentler Paris, Berlin, Meksika, Madrid, Tokyo, Şikago idi. Bu kentlerdeki yoğun isyan dalgaları, liberal kapitalizm ve emperyalizmin evrensel platformdaki yeni tavrıydı. Modernizm, artık kendini hırpalamaya, bürokratikleşmeye ve ticarileşmeye götürüyordu. Artık açıkça toplumlara meydan okumaya başlamıştı. Bu sebeple, süresini dolduran devrimci “modernizm” yerini “Post-modernizm”’e bırakır. Çoğunluğu kültürel alandan kaynaklanıp gelişen post-modernizm kavramı, gittikçe yaygınlaşıp, toplumun birçok kesimini etkisi altına alırken, felsefede, mimaride, politikada ve sanatta etkisini hissettirmeye başlamıştır.
Yaratılacak olan toplum düzeninin yeni kuramı olan post-modernizm kavramının genel yaklaşımı, yerel ile küreseli bir araya getirmekti. Küresel ilerlemenin hedefi, ulus toplumlardaki ekonominin ve kültürün, uluslararası anlaşmalar düzeyinde oluşturulan yeniden oluşum programlarıyla, “Ulus” yapısını yok edip, yerel (Etnik ) grupları ortaya çıkarma mücadelesidir. Bölgeselciliğin ve küçük çıkar gruplarının hızlı büyümesi ile “küçük ulus milliyetçiliği” kavramları benimsenmeye başlandı. 1960 sonrası “ küresel düşün, yerel davran” sloganları ile artık yeni toplumsal hareketler başlamıştı. Bunların en çekicilerinden Feminist hareketler, ekoloji hareketleri, Protestan ve İslam Fundamentalizmi gibi olan yeni canlanmalar, Post-modernliğin yeni düzenlemeleriydi.
Sinemanın icadıyla bir araya gelen savaş ve kitle kültürü, televizyonun icadıyla iyiden iyiye hız kazanırken, endüstrileşmiş toplumların da vazgeçilmez aracı olup çıktı.1960’ların sonlarında Vietnam savaşı televizyondan yayınlandığı için, toplum artık çevresinde olup bitenlerin farkında olup, zamanın Amerikan “Hollywood” sahnelerinde çekilen sahte savaş filmlerini yutmuyordu.
Resim 6 Leon GOLUB Vietnam II 1973 T.Ü.Y.B. 3.04 X 1.02 m
Vietnam’daki görüntüler, artık toplumları rahatsız eder hale geldiğinden, yayınlanan haber programlarına belli sınırlamalar getirtilmeye başlanır. ( Resim 6 ) Bu sebeple Amerika, insanların gözünde sempatik kalabilmek için “Mutlu haber veya programlar” oluşturmaya başlar. Özel stüdyolarda çekilmiş diziler, çocuk programları, öyküler yayına hazırlanır. Bu sayede televizyon stüdyolarında yapılan söyleşiler, arkadaşça ve eğlendirici programlar izleyicinin hoşuna giderken, yapay ortamlarda özenle hazırlanan üzüntülü haberler, toplumun sorunlara eleştirel bir gözle bakma potansiyelini zayıflatmaya başlamıştır.
Bu türden sosyal hayat değişimleri, günümüze doğru önemli sonuçlar doğururken, tarihsel süreklilik ve bellek duygularının azalmasına da sebep olmuştur. David Harvey’in “Post-modernliğin Durumu” adlı yapıtında verdiği güzel bir örnek olan Crimp’in ; “ Manet sadece üretiyordu, Rauschenberg ise yeniden üretiyordu” ifadesi, post-modern düşüncenin temel felsefeni çok iyi vurgulamıştır. Burada yeniden üretme; hem üretme, hem de “röprodüksiyon” olarak iki anlamda kullanılmıştır. Sanatçı modernizmde üretici olan “ruh”’u ikinci plana iterken, daha önceden yaratılmış imgelerin doğrudan mülkiyetine sahipliği ile, alıntılayarak, parçalayarak ve tekrar üreterek post-modern bir üretim gerçekleştirir. Buna benzer yeniden üretimler, artık diğer tüm disiplinlerde de gerçekleşmektedir. ( Resim 7-8 )
Resim 7 Mary Beth EDELSON
“Yaşayan bazı Amerikan kadın sanatçıları” 1971
1970lerin Feminist Sanattaki tarih çarpışması
Resim 8 Leonardo da VINCI “Son Akşam yemeği”
Duvar resmi – Milano 1495-1498
Bugün içinde bulunulan bilgi çağının hakim olduğu küreselleşme olgusu, belki belli kesimlerin çıkar amaçlarına göre programlanmış olabilir. Jameson’ın; kültürde gerçekçiliğin piyasa kapitalizmine, modernizmin tekelci kapitalizme, post-modernizmin de çok uluslu kapitalizme denk gelmesi karşılığı şeklindeki tanımına paralel olarak 21.yüzyılın yaşam felsefesi olan küreselleşme, dil, din, ırk ve cinsiyet ayrımı gözetmeksizin çıkar hesaplarının genel toplamına göre hedeflenmiş durumdadır. Bir yandan lüks yaşam sürülürken diğer yandan açlık, yoksulluk, zorunlu göçler, zulüm ve asimilasyon, küreselleşmenin vazgeçilmez sistemi haline gelir. Bütün bu hedeflerin temelleri, doğaldır ki yüzyılın başında popüler kültürle başlatılan “küresel diktatörlük” bugün artık sinsice yaşamımızı kucaklamaktadır.
Teknoloji ve bilgi çağında sibernetik kavram “zaman”, insanlık tarihinin her aşamasında önemli bir olgu iken, bugün hem sürekliliği hem de süreksizliği içinde barındırmaktadır. Sanayi devrimi ile toplum kültürlerinin yaşam tarzlarında önemli bir değişikliğin sonucu olarak “zaman”, her geçen gün değerini yitirirken, anlık olana yönelik bir ilgiye dönüşmüştür. Sanatsal üretimlerde happinnig’lerin, gösterilerin ortaya çıkışı işte bu sayededir. Ancak küreselleşmenin getirdiği iletişim teknolojilerine bağlı kültürel yaşam, ne yazık ki öncü (avangart) ya da devrimci ruhu taşımamaktadır. Tam aksine, bu eylemler avangarda karşı bir hareket olup, herkesin düşünceleriyle ortak payda da buluşmayı yeğler. Bir başka deyişle, seçkin ve güçlülerin yönettiği bu dünya düzeninde sanatın duruşu, küresel ekonominin yayılmacı politikasına karşı duruşun yanında, daha çok hizmet eder bir çizgide gitmektedir. Tabi ki bunun için medya desteği ile uygun teknikler yöntemler eleştiriler ve beklentiler yaratılması gerekiyor. Böylelikle mucize teknolojinin imkânları ile yaratılan popüler sanat, içeriği bakımından değil, süslü-albenili ve çarpıcılığı ile dünyayı kuşatıp bütün kültürleri etkisi altına almış durumdadır.
Küreselleşme bir olgudur. Ancak bu olgu, eleştirel bir bakış açısıyla bakıldığında bireyin hareketini genişletir gibi gözükse de daralttığı bir gerçektir. Ufukların ötesinde ne var ne yok diyen insanoğlu, bilimi sürekli ileriye götürürken sömürüyü de beraberinde getirmektedir. Çünkü sınırsız imkânların olduğu bir ortamda, her boyutta bir güç oluşturulmak zorundadır. Dünyanın, bilim ve teknoloji sayesinde gerçeği ve yakın-uzak kavramlarını giderek çözümleme arayışlarına karşın, yaptığı araştırmalarla da insanın sosyal bir varlık olgusunu yitirmesine sebep olmaktadır. Son yıllarda teknoloji aracılığı ile olsa bile, sanatçıların ürettikleri birçok eser bu sürece bir yakarıştır. Ancak sanatçının bu serzenişini en zengin kaynaklarla sunabilmesi de onun sahip olduğu ayrı bir zenginliktir.
Ülkeler arası düşüncenin hızla üretilip tüketildiği değişim sürecindeki küreselleşme; bilgisayarlaşma, telekomünikasyon teknolojileri, minyatürleşme, sıkıştırma teknolojisi ve dijitalleşme çağını artık sistem olarak yerleştirmiştir. Sonuçta John Calhoun’un dediği gibi; “ Eskinin çürümesi ile yerini, oluşumu ve yerleşmesi arasındaki zaman aralığını ve bir geçiş dönemini oluşturur; bu dönem her zaman kaçınılmaz olarak belirsizliklerle, kafa karışıklıklarıyla, yanılgılarıyla, çılgın ve ateşli fanatizmlerle yüklü olacaktır” . Biz de sanırım bugün küreselleşme çağında bu süreci yaşıyoruz. Taşların yerine oturması için zamana ihtiyacımız var.
Aslında kültür ve sanat ortamında küreselleşme; bir sömürü şekli olarak algılanmayıp, düşünce alış-verişinin ve kültürel evrenselliğinin yaşandığı şu ortamda, çağın sorunlarını sürekli gündemde takip eder bir yaklaşımda izlenmektedir. Belli bir dönem, Batı’nın kendi zaafını teşkil eden “çok seslilik”, daha sonra onun üstünlüğüne hizmet eder hale dönüşmüştür. Bu durum Doğu kültürleri için de geçerlidir.
Küreselleşme, merkez ülkelerdeki kültürlerin çevre ülkelere tanıtılması ve teknolojinin getirdiği çağdaş olanakların tüm dünyaya yayılması bakımından yararlı olduğu öne sürülmektedir. Türkiye’de ulusal, yerel, kültür ve uygarlık değerlerinin yeni koşullar altında çağdaş anlayışlarla varlıklarını koruyabilmesinin yolları aranılmaktadır. Bu sayede oluşacak sağlıklı ilişkiler,, uluslararası kurum ve sivil toplum örgütlerinin de katkılarıyla, kültürel kalkınmamıza katkıda bulunacaktır.
Ayrıca koşullar ne olursa olsun, Anadolu’nun kültürel ve doğal varlıklarını, çevremizi, geleneklerimizi, dilimizi, inançlarımızı, gelişme sancıları çeken demokrasimizi, kültürel haklarımızı, iletişim olanaklarımızı, sinemamızı, tiyatromuzu, el sanatlarını, kültürel bağımsızlığımızı ve toplumun özgür düşünme hakkımızı her noktada sanatçılarımız dile getirme çabasındadır. Yaşadığımız dünyada artık birçok toplum, doğal olarak yaşadığı her etkileşimi küreselliğin bir uzantısı olarak hissettirmektedir.
Küresel ortamda hayatı başka bir bakış açısından değerlendirdiğimizde; televizyon küresel bir izleyici kitlesi oluşturduğu için dünyanın diğer ucundaki olayları insanlar evlerinde, oturdukları yerde izleyebilmektedirler. Bu durum, teknolojinin bizlere sağladığı bir hizmeti olurken, diğer yandan da anında izlediğimiz dünyanın tüm gerçeklerini eskiden olduğu gibi aynı duyarlılıkta seyredemeyişimize sebep olmaktadır.
Çünkü insanlık tarihinde ki çatışmalar ve benzeri gerçekler, eskiden olduğu gibi görsel olarak yaşanmadığından ve anında haberdar olunamadığından geçmişte duyarlılıklar daha farklıydı. Görsel algı, insanın sosyal gelişiminde çok önemli bir olgudur. Bu noktada sanat ve sanatçının duyarlılığı önemli bir yer teşkil etmektedir. Resim ve diğer sanat dalları, yaşadığımız çağdaki bütün bu sorunlara karşın, teknolojik gelişmeyi bir araç olarak ele alıp, yine de vermek istediği iletiyi ulaştırmaktadır.
Teknolojinin de yardımıyla alternatifler söz konusu olduğunda, genelde insanların, değişik beklentileri ve hazları bulunmaktadır. Bu yüzden de izleyiciye çok fazla seçenek sunabilmektedir. Bugün artık karmaşık veya basit olan teknolojik imkânlara ve bilgiye dayanmayan hiçbir sanat formu yoktur. Sanatsal yaratım nesnel olarak maddi teknik olanaklara doğrudan bağımlı olduğu için, materyal ihtiyacının büyük bir bölümü de teknik zorluklardan kaynaklanmaktadır. Taş heykeller ancak kesici ve vurucu aletlerin gelişmesi ile mümkün olabilmişti. Yağlıboya, fresk, mozaik, seramik, tunç, heykel hepsi teknik gelişmelerin sonucunda ancak bugüne varırken, anıtsal binaların planlanması, ölçü birimlerinin bulunması ve malzeme bilgisinin artması ile mümkün olabilmiştir.
Sanat ve teknolojinin yorumcusu Billy Klüver de aynı görüşte olup, bilgisayarda yaratılan işlerin “Sanat eseri olarak algılanması ve sunulması” olayına karşı çıkmaktadır. Bunu “Sanat sadece orada oturamaz! Bir şeyler yapması gerekir” şeklindeki ifadesi ile dile getirir.
Bunun yanında Goethe’nin getirdiği yorumla daha özgür düşünceyi savunduğunu; “Bir dil verildi bana, çektiklerimi anlatayım diye.” ifadesinden anlayabiliriz. Ancak, bizler, iletişim çağında iletişim kuramayan insanlar olarak, üzerinde önemle durmamız gereken bir konuya ne yazık ki yeterince ilgiyi bile gösteremiyoruz.
Nanoteknolojik ve mikro-elektronik bir küresel köye dönüşen dünyanın olanak ve yetersizliklerinin son yıllarda toplumların birçok sınıfında hissedilmesi, sanatçıları aynı anda birden fazla bakış açısı içeren ifade biçimlerine yöneltmeye başladı. Kullandıkları araçlar ve anlatım tekniği yaklaşımları çok farklı olan sanatçılar, çeşitli disiplinler arasında köprü kuran fikirleri bir araya getirip, ortak bir arzuyu paylaşmaya çalışıyorlar.1980 sonlarında komünist devletlerin yıkılması ile devrimci sanatın yerine artık politik sanatçı kimliğinin karmaşık mesaj teknikleriyle yansıtılmış yorumları sergilenmektedir.
Örneğin; buna benzer bir yorumu Amerikalı sanatçı Jenny Holzer bir afiş çalışmasında şu sözlerle ifade ederken; “Bir olumlu davranış tüm dünyayı değiştirir; İnsanlar adına onların yaşamlarını yönetmeyin; Bir hareketin nedenlerini gizlemek kötüdür; Her zaman seçme özgürlüğüne sahip olduğunuzu hatırlayın.” izleyiciyi düşünmeye sevk etmeye çalışır. ( Resim 9 )
Resim 9 Jenny HOLZER
“Savaşın başlangıcı sır kalacak” 1984
Ancak Küreselleşen ortamda ve bütün bu teknolojik imkânlar doğrultusunda, bireyin kendi çevresi etrafında, her boyutta hareket edebilme özgürlüğünü irdelersek, her geçen gün daraldığını görebiliriz. Çünkü Küreselleşme kavramı, tamamen sermaye güçlerinin elinde olduğu sürece, kişiler sınırlı ölçüde konuşup algılanacaktır. Özellikle de sanatçı ve aydın çevrelerde bu durum, gerekli olan çok daha geniş ve özgür düşünüp üretebilme alanlarıyla orantılıdır. Umarız bu olanaklar sanatçının sonsuz yaratım iradesi ve gücü ile sahip olunur.
Bu noktada kültür ve sanat çalışmaları, aydınlık ile karanlığın çatışmasındaki mücadelenin öznesi durumundadır. “Ulus” olmanın, ulusun maddi ve manevi varlığını koruyup geliştirmenin, toplumu tüm tarihsel ve güncel değerleriyle muhafaza edip, gelecek adına evrenselliğe doğru taşımanın en büyük hedefi, yeniden doğuş hareketlerinin kendisidir. Bu anlamda toplumsal bir aydınlanmayı da ifade eden Kültür; Sanat ve Edebiyat eserleri toplumsal ilerlemenin vazgeçilmez gerçeğidir.
Esasında İzmir Kültür ve Sanat Vakfının düzenlediği “Demokrasi Kültürü ve Globalleşme” konulu 1. İzmir Kültür kongresinde ele alınmış bir konu olan, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin vazgeçilmez maddesi “Kültür Hakkına” göre; her birey toplumun kültürel yaşamına özgürce katılabilme ve kendini geliştirebilme hakkına sahiptir. Bir ulus devletin demokratik haklarını pratikte yaşatabilmesi için, “kültür hakkının” her zaman var olması gerekiyor. Kültür hakkı; bireyin kültürel varlıklarından ve olanaklarından yararlanması ve kültürel alanda üretici olabilmesi bakımından da ayrı bir önem taşımaktadır. Buna paralel toplumun duruşu, çevresinde olup bitenlere karşı daha duyarlı ve daha sesli düşünen yapıda olmalıdır. Küresel sorunların yarattığı ortama karşın, ulusal ve uluslararası sivil toplum örgütlerinin direnişi bir ulusun çıkarlarına yönelik doğacak zararları önleyebilir. Özellikle; çevrebilim, nüfus artışı, kadın sorunları, göçmen, tutuklu ve sığınmacı hakları, AIDS’in dünya çapındaki etkisi ile sanat, edebiyat ve müzik gibi yaratıcı ifade alanlarında yaşanan belirsizliklerde sivil toplum örgütlerine çok iş düşmektedir
Dünyada ve ülkemizde yaşanan önemli kültür sorunlarından biri de “kültür emperyalizmi” olgusudur. Ekonomik kaynakları ile kısa zamanda zenginleşen büyük ülkeler, güçlerini daha da fazla artırabilmek için dünya egemenliği yarışına kalkışmakta ve birçok ülke ve ulusu kendi kültürüyle etkisi altına almaya çalışmaktadırlar. Bu durum, ulusal kültürünü korumak, geliştirmek ve hatta kendi kültürü aracılığı ile uluslararası kültüre katkı sağlamak düşüncesinde olan Türkiye gibi ülkeleri olumsuz bir şekilde etkilemektedir.
Kitle iletişim teknolojisi ve iletişim araçlarındaki baş döndürücü gelişmeler sonucu Türkiye, her geçen gün yoğun bir dış kültür etkisi altına girmektedir. Bu da mevcut yapının giderek yabancı kültürlere öncelik tanımasına ve kültürel kimliğini yitirmesine neden olabilir. Bu yüzden daha bilinçli ve duyarlı politikalara ihtiyacımız var.
Son yirmi yıldır dünyada yaşanan toplumsal, kültürel, siyasal çalkantıların sanat üzerindeki etkisini ele alan sanat ortamının önemli isimlerden biri Beral Madra’nın “1980’li yıllarda Türkiye’de Sanat üretimi” adlı makalesinde de belirttiği gibi, sanatçılar son yıllarda yaşadıkları olaylar karşısında, çok yönlü düşünüp algılama ve değerlendirme durumunda kalmışlardır. Buna bağlı olarak yaşanılan olaylar, ülkemize çok daha karmaşık sorunlar olarak yansımıştır. Bunun tabi ki birçok nedeni var. Bunların en başında gelen 1980 sonrası siyasi krizler, ülkede yaşanan kırsal-kentsel kesim arasındaki farkın giderek uçurumlaşmasına ve ekonomik yapıda büyük değişimlerin oluşmasına sebep olmuştur. Büyük işletmeci daha da büyüdü, yoksul iyice fakirleşti. Sonuçta toplumsal patlamalar ardı ardına yaşanmaya başladı. Bu ortam içinde yeni arayışlara yönelen sanatçı, yeni bir şeyler üretebilme adına çağdaş gördüğü Batıyı tercih etti. Batının yeni gelişen yüzü ülkemizde oldukça ilgi gördü. Kendimizi oralarda nasıl kabul ettirebiliriz mücadelesi, bizi “batıyı yeniden sorgulamaya” yöneltti. Onları benimseyip, örnek almaya başladık. Artık teknoloji ve bilgi çağındaki evrensel düşünce, yerine göre artık batılı gibi davranmayı, yerine göre de geçmişe değil, geleceğe yönelmeyle çağdaş olunabileceğini savunduğu için, bizde her alanda bu ideoloji ile kalkınmayı çıkar yol gibi görmekteyiz.
Küreselleşmede öncülük eden Batı, üretimde bütün sınırları ( geçmiş-gelecek, avangard-kitch, sağ-sol, ussallık-usdışlılık gibi ideolojiler ) kaldırmasıyla öylesine cazip bir Sanat-kültür ortamı hazırlamıştır ki, artık kimlik hesaplaşmalarına son verilmiştir. İşin “Doğusu-Batısı” nerdeyse yok olmaya yüz tuttu. Ekonomide yaşanan ulus-devlet yerine geçen çok uluslu küreselleşme politikası, sanatta da artık kendini göstermeye başlar.
Teknolojinin erdem olduğu küreselleşme politikası, ağlarını globalleşme adı altında büyük kentleşmeye doğru sürüklemektedir. Megapol, mega-city ya da major Word-city diye adlandırdığı büyüme projeleri, toplumların sahip oldukları kültürleri adeta silindir gibi ezip geçiyor. Bu takibi zor büyümenin toplumsal yaraları da peşinden doğurması, doğaldır ki kaçınılmaz bir durum. Bugün etrafımıza baktığımızda dünyada birçok insanın hayatında büyük çıkmazları olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Yoksulluk, yalnızlık, gelecek kaygısı ve depresyon…
Resim 10 Serhat KİRAZ 1997 Granit, cam, çelik, 300 x 300 x 280 cm.,
Türkiye, coğrafi olarak konumlanışı gereği hem doğuya hem de batıya yakındır. Bu aslında çok önemli bir kültür zenginliğini yaratabilirdi. Ancak cumhuriyet sonrası oluşan aydınlanma süreci henüz tamamlanamadığı için, hızlı teknolojik gelişimler karşında sarsıntıya uğramıştır. Çünkü modernleşme adına çağı yakalamanın vazgeçilmez şartlarını yerine getireceğiz diye, yönetim politikalarında çok ciddi açıklar verilmiştir. Ülkemizde siyasal iktidarların yer değiştirmesi dönemlerinde ortaya çıkan “sil baştan”cı uygulamalar, kültür alanına da yansımakta ve çoğu kez birbiriyle çelişen politikalar yaşama geçirilmeye çalışılmaktadır. Bunun sonucunda “popülist” yaklaşımlar bazı aydınları farklı siyasal ortamlara çekerken, alt kültür bu boşlukta değer kazanarak, yüksek kültürünün içine sızmaya başlamıştır.
Aslında çok cazip gibi görünen sınırlar ötesi çok kültürlülük, toplumda fikir ayrılıklarının artışına yol açmıştır. Birliktelik sağlanamaz durumdadır. Sanatçı bu çıkmazların içinde kendine bir ortam yaratmak için yeni bir sentez oluşturmak zorundadır. Bütün dünyanın gözü üzerimizde olduğu coğrafik yapımız gereği, sanatçılarımızın tavrı aslında çok önem taşımaktadır. Sanatsal geçmişimizle bugünü yakalamanın mümkün olması için, toplumsal aydınlanmanın gelişmiş dünya devletleriyle paralellik göstermesi gerekiyor. Ama ne yazık ki bu sağlanamadığı için, sürekli bir göçebe kültürü etkisinde eserler ortaya koymaktayız. Göçebe kültürünün geleneksel yapısı çağdaş sanat yorumlarıyla karşılaştırılmış, ama daha henüz netleşmemiştir. Bu arayışların bazen hem yaratıcılığı hem de üretkenliği olumlu yönde desteklediği de görülür. Çünkü kültürden kültüre geçişler, sanatçıda farklı etkileşimler yaratabilmektedir ( Resim 10 )
Doğu kültürü, kendi geleneğini bırakıp, onun etkisiyle batılılaşma sürecini yakalarken, Batı kültürü; bilge ve imge, bilim ve teknoloji ile var olmaya çalışmıştır. Kuzey ve güney ülke kültürlerinin de hesaba katılacağını düşünürsek, aslında Türkiye göçebe kültüründe çok zengin bir dokudadır. Bu da; bizim bu zenginlikler içinde, dünyada çok farklı bir yanımızı ortaya çıkarmaktadır. Ama bu zenginlik ne yazık ki bize yansımıyor.
Gelişmiş ülkelerin çoğunda devlet politikaları sanatın yanında hizmet ederken ülkemizde son 50 yıldır sanata olan duyarsızlık sanatçıları hep çaresizliğe sürüklemiştir. Batı ülkelerinde sanat eğitimi ve geliştirme politikaları daha da hız kazanırken bizde hiçbir hareketlenme olmamıştır. Örneğin; 1980- 90 arası Almanya’da kurulan müze sayısı 250’nin üzerindedir. İngiltere’de ise her ay bir müze kurulmaktadır. Bizde ise, hem yenisi eklenmediği gibi, sahip olduklarımıza bile değer verilmemektedir. Bazılarının kapalı oluşu da içler acısı. Acaba bu ortamı bizler mi hazırladık, yoksa küreselleşmenin getirdiği acımasız politikaları mı? Aslında her ikisi de. Sadece sistemi suçlamak yanlış olur. Son yıllarda kendi değerimiz olan Anadolu kültüründen koparak, tek yüksek kültür olarak gördüğümüz Batıya kayıtsız şartsız teslim olmamız bunun başlıca sebebi olabilir. Kendi gelir kaynaklarını kullanamayıp, dışarıdan yardım bekleyen toplumun kültür ve sanatı, doğal olarak dünya platformunda gereken ilgiyi göremez.
Ancak her şeye rağmen, köklü tarihi geçmişimizin de gücüyle küresel ortamda ayakta durmayı becerebilen bir toplumuz. ( Resim 11 ) Siyasal ve teknolojik açıdan yeterince etkilenmiş avrupanın en doğusu genç ve dinamik bir ülke olarak, bugün artık gerekli doygunluğa ulaşmış durumdayız. Sanat da bundan nasibini fazlasıyla almış durumdadır. Eserlerin biçimlenişi, sanatçı – galerici – eleştirmen ve izleyici arasındaki ilişkisi artık profesyonel çizgiye doğru gitmektedir.
Resim 11 Halil ALTINDERE Dijital Baskı
Dünya genelinde bizim gibi gelişmekte olan ülkeler, artık son yıllarda hesapların yanlış işlediğinin farkına varıp, daha sağlam adım atmaya başladılar. Özellikle kültür ve sanat kurumları, sanatçılar, eleştirmenler çeşitli yollardan halkı bilinçlendirmeye başlarken, üniversitelerde hızla yaygınlaşan sanat ve sanat yönetimi bölümlerin varlığı ile ileriki yıllarda kültürel kalkınmanın önderliğini yapabileceklerdir. Ama doğaldır ki bu tek başına yeterli bir girişim olmayıp, ulusça sanat ve kültürel zenginliğimizi evrenselle topyekûn buluşturarak yeniden planlamalarla sağlanacağını düşünüyorum. En önemlisi şu unutulmamalı ki; Doğusu olmayan bir Batı, hiçbir zaman küreyi oluşturamaz. Günümüz küresel ortamında neoliberal ekonominin ve bunun yansıması olan popüler sanatın sömürgeci açılımına karşı duracak bir yükümlülüğümüz var. Bu da “Doğu ve Batı” sentezinin iyi bir birleşimi ve siyasi-ekonomik-kültürel kalkınmanın ülke politikası haline gelmesi ile sağlanacaktır. Değerimizi bilip, yaratıcı üretken bir toplum olduğumuz sürece, çağı yakalayacağımıza inanmaktayım.
KAYNAKÇA
- ZYGMUNT Bauman (Çev: Yavuz Alogan ) 2001 Bireyselleşmiş Toplum İstanbul; Ayrıntı Yayınları
- TOBY, Clark ( Çev: Esin Hoşsucu ) 2004 Sanat ve Propaganda – Kitle Kültürü Çağında Politik İmge, İstanbul; Sanat ve Kuram Ayrıntı yayınları
- HARVEY, David ( Çev: Sungur Savran ) 1997 Post-modernliğin Durumu, İstanbul; Metis yayınları
- KUMAR, Krishan ( Çev: Mehmet Küçük ) 2004 Sanayi Sonrası Toplumdan Post-Modern Topluma Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları, Ankara; Dost Yayınları
- PARKER, David 2003 Batı’da Devrimler ve Devrimci Gelenek 1560–1991, Ankara; Dost Yayınları
- Geleceğin Bilgi Toplumu ( Sayfa 16–19 ), Focus / Popüler Bilim ve Kültür Dergisi, Sayı: 2006/06 – 11241
- http://ilef.ankara.edu.tr/id/
- http://www.btmadra.com/articles/articles.html
- http://www.iksev.org/kultur_kon/Kon001.htm
- http://egitisim.inonu.edu.tr/Engin_kuresell.htm
- http://www.iksev.org/kultur_kon/Kon001.htm
- http://egitisim.inonu.edu.tr/EMilli_kuresellesme.htm
- http://www.antimai.org/mkl/mokdevrim.htm