İnönü Üniversitesi 4.Uluslararası Bir Bilim Kategorisi Olarak “Kadın” Edebiyat, Dil, Kültür, Sanat, Peysaj ve Tasarım Çalışmaları, (2011)

 

CUMHURİYET ÖNCESİ VE CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK TOPLUM YAPISINDA KADININ İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ VE SANAT

ÖZET

Türk toplum yapısını incelerken; Cumhuriyet öncesi ve cumhuriyet dönemi olarak iki ana bölüm halinde düşünmek durumundayız. Cumhuriyetimizin Türk toplumuna kazanımlarının inkar noktasına gelindiği günümüzde böyle bir değerlendirmeyi belgeleriyle ortaya koymanın büyük yararı olacağı kanısındayız.

Atatürk’ün başlattığı 1923-1933 tarihleri arasındaki kalkınma seferberliğini düşündüğümüzde, bugün gelinen noktada o dönemde sarf edilen çabaların devam etmesini ne kadar ister ve özler hale geldiğimizi görür gibi oluyoruz. Bu durum kadının ifade özgürlüğü ve sanat olunca daha da anlam kazanmaktadır.

Türkiye’de günümüze kadar büyük aşama kaydeden Plastik Sanatlar 19.yüzyılın sonlarına doğru Osman Hamdi beyle temellenmiş olup, uluslararası düzeyde kendisinden söz ettirir duruma gelmiştir. Bu süreçte emeği geçen kadın ressamlarımızın sayısı da gurur verici bir düzeye ulaşmış durumdadır. 1980’li yıllara kadar sadece birkaç şehrimizde verilen Güzel Sanatlar eğitimi neredeyse tüm yurda yayılmış durumdadır. Plastik sanatlar alanındaki bu gelişmeler, Türk toplumsal yapı içinde kendini ifade edişine katkı sağlamakla birlikte, geleneksel yapılanmanın çemberini kırmada da ne derece etkili olduğunu akla getirmektedir.

Ancak mega kentlerde bile töre cinayetlerinin devam ettiği bilinen bir gerçektir. Bu bağnazlığın en aza indirilebilmesi ve giderek tamamen ortadan kaldırılmasının en etkili yolu kadınlarımızın sanat ve sanat eğitiminde görev üstlenmeleriyle sağlanabileceği kanısındayım.

 

Anahtar Kelimeler : Kadın, Sanat, Cumhuriyet

WOMAN’S FREEDOM OF EXPRESSION AND ART IN TURKISH SOCIAL STRUCTURE DURING PRE-REPUBLIC AND REPUBLIC PERIODS

 

ABSTRACT

While analyzing Turkish social structure, we need to consider the topic under two main titles, namely pre-republic and republic periods.

We believe it will provide great benefit to maintain such an evaluation with the support of documents, especially in these days when Turkish society’s gains from Republic have almost reached a point of denial.

When we think the campaigns of development between 1923 and 1933, which Atatürk had initiated, we almost envision how much we desire and miss the efforts spent during that period to continue today. When this situation is about the woman’s freedom of expression and art, it becomes more meaningful.

In Turkey, Plastic Arts towards the end of 19th century was founded by Mr. Osman Hamdi and by leaping forward has become known internationally today. The number of our young female painters, who contributed to this period, has reached to a number that makes us proud. Fine Arts education, which was offered in only a few cities until 1980s, has now been spread out in all over the country. These developments in the area of plastic arts, while contributing to the expression of the self within Turkish social structure, reminds us that the degree to which it is important to break the shield of traditional structure. Nonetheless, it is a known fact that honor killings continue even in mega cities. I believe that the most effective way to minimize and then abolish this bigotry for good can be achieved if our women take active roles in art as well as in education of art.

 

Keywords : Woman, Art, Republic

 

 

GİRİŞ

Ülkemizde toplumsal yapının hangi süreçlerden geçerek günümüze vardığı ve bu noktada kadının rolünde nasıl bir seyir izlendiği hem sosyo-kültürel hem de sanatsal açıdan büyük önem taşımaktadır. Türkiye’de bilimsel ve sanatsal açıdan kadının “bireysel kimlik” ve “kendini ifade edebilme” özgürlüğü, Batı ile kıyaslandığında aslında aynı süreçlerde başlamasına rağmen günümüze kadar aynı ivme ile devam edememiştir. Bu durumun oluşmasında en büyük neden ülkenin toplumsal yaşam düzenindeki muhafazakarlığıdır. Türkiye’de kadın, ait olduğu aile yapısı içindeki mevcut erkeklerin etnik, dinsel, kültürel, ekonomik durumuna göre varlığını sürdürebilme ve geliştirebilme özgürlüğüne sahiptir.   Yani “Ataerkil” toplum düzeni…

Sosyal statü, ekonomik yönden erkeğin hakim olması ve iktidar savaşı kadını geri plana iten, nötrleştiren hatta aşağılayan bir tutuma dönüştürmektedir. Erkek hakimiyetinde asırlar boyu hüküm sürülen bu yaşam düzeninde kadın, kimliğini ancak uygarlığın ve teknolojinin gelişimiyle kazanmaya başlamıştır. Sanayileşmenin gelişimine paralel olarak ev işlerinde makinenin devreye girmesi kadının işini hafifletmiş ve sosyal hayata karışmasını, düşüncelerini ifade edebilmesini, erkeğin yanında yer alabilmesini sağlamıştır. Böylelikle sosyal yaşam içindeki statüsünü artırarak bilimsel ve sanatsal alanda bedensel kimliğinden sıyrılmış ve zihinsel kimliği ile var olamaya başlamıştır.

Tüm dünyada yaşanan kadın ve erkek eşitliği mücadelesi ilk olarak Batı’nın aydınlanma mücadelesi ile başlamış olup Fransız Devriminde kadın özgürlüğü ve hakları Condorcet tarafından “Kadın ve Yurttaş Hakları” bildirgesiyle belgelenmiştir. Sanayi Devrimiyle gelişen iş gücü kadının da katkısıyla o güne kadar olan sosyal yaşam hiyerarşisine farklı bir yön vermeye başlamıştır. Özgürlüğü adına iki kat çalışmaya ( ev hayatına ilave ) başlayan kadın dışa dönük gerçek dünyayı görüp tanıma şansı bulmuştur. (Antmen, Aliçavuşoğlu, s:138) Bu oluşum süreci ülkemizde Cumhuriyetin ilanı ile başlamıştır. Cumhuriyet öncesi süreçte kadın hakları olarak yasal bir düzenleme ve sosyal yaşam imkanı olmadığı için Türk kültüründe kadının yeri ; erkeğin tasavvur ettiği ve şekillendirdiği bir biçimde varlık gösterebilmiştir.

BİREY OLMA, İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ VE ERKLİK

Birey olabilme, kendi özelliklerini yitirmeden var olabilme, ifade özgürlüğüne sahip olabilme “ ben / ego ve benlik ” özelliklerinin korunabilmesi ile mümkündür. Özellikle 19.yüzyıldan bu yana önem taşıyan “ birey ” terimi sosyal yaşam olgusu içinde düşünsel ve duygusal kimliği tanımlamada öne çıkmaktadır. Bu anlamda bireyin benliği, sırasıyla; bireysel kimliği, aile kimliğini ve toplumsal kimliği yapılandırırken, bilinçsel doğrultuda moderniteyi, uygarlaşmayı sağlamaktadır.

Esasında modernite feodalizm sonrası Avrupa’da ortaya çıkıp 20.yüzyılın bir yaşam tarzı ve standardı olmuştur. Yani kabaca “Sanayileşmiş dünya”yı tanımlamaktadır. Bu anlatımın kapsadığı yaşamsal döngüde kontrol mekanizması, belirli iktidarları ve yönetimi muhafaza ve maniple etmeye yoğunlaştırılmıştır. Tüm benlikler bu eksende şekillenmiştir.

Tarihin farklı dönemlerinde bilim adamı, sanatçı, öğretmen, işçi, işveren vb. tüm meslek gruplarında ezici bir çoğunlukla ortak cinsiyet dayanışması sergilenmiştir. Yani erkek hegomanyasının hüküm sürmesidir. Bu durumu felsefi boyutta da inceleyen yine erkektir. Ancak ne zaman ki kadın felsefe alanına girip sorgulamaya başlamış, işte o zaman kendi yaşamsal alanının haklarını elde edebilmenin mücadelesini vermeye başlamıştır. Bu hareketin ilk temsilcisi Simone de Beauvoir’dır. Kadın, tarihin başlangıcından itibaren doğurgan bedeni ve bunun getirdiği yükler nedeniyle kültür ve uygarlık üretimine katılamamıştır. Gerçek anlamda özne olamamış, bu da onu erkeğin “öteki”si olmaya mahkum etmiştir. (Berktay, s: 27 )

Psikanalitik düşüncenin teorisyeni Freud bile cinsiyet ve kadın psikolojisi sorununa tamamen erkeklere özgü bir dünya gözüyle ve erkeğin üstünlüğünü destekler teorileriyle kadını her mağduriyetinde haksız çıkarmıştır. Viola Klein’ın ifadesiyle Freud, psikanaliz uygulamaları sonucunda kadını erkelerin özgürlüğüne özenen, her alanda eşit olma özlemi duyan ve toplumsal dezavantajları kapatmak adına çoğu kez yaşadıkları topluma ayak uyduramayan pasif cinsler olarak göstermiştir. Bu durum da mevcut ataerkil düzenin haklılığını desteklemektedir. (Millett s : 278 )

Toplumsal yaşamın varlık kaynağı olan insan, tarihin her evresinde ben’i ve erkliği anlamlandırmak, yönlendirmek ve elde tutmak için bireysel yada örgütlü mücadelesini bir biçimde sergilemiştir. Ben ve erklik mücadelesi Gentry sisteminde olduğu gibi, Moderniteye bağlı bir endüstriyel dönüşüm pratiği olup aydınlanmada da erkeğin hakim başrol almasını sağlamıştır.

Modernist egemen erkeklik tanımının kökeninde ise kapitalizmin küresel aktörleri olan Batılı erkekler gelmektedir. Kendilerini anlamlandırırken öne çıkarma yöntemleri ; sömürgeleştirilen toplulukların erkeklerini kendilerinden ne kadar farklıymış gibi bir tanımlamaya yeltenmeleridir. Bu nedenle az gelmişliğin hakim olduğu toplumlarda erkek, kadın kimliğini ikinci cins olarak öğrenmek zorundadır. Batılı erkek ise moderniteyi oluşturma adına misyon edinmiş ama bir az gelişmiş ülkenin erkeğinde olduğu gibi ikinci cins tanımına da oldukça sıcak bakmaktadır. Öylesine ki bu durum Birleşmiş Milletlerin raporu ile kanıtlanmıştır. Rapora göre kadınlar dünyadaki işlerin % 66’sını yürütürken dünya toplam gelirinin % 10’nu elde etmekte ve mal varlığının % 1’ne sahip olmaktadır. Raporun Türkiye ayağı ise ; şehirlerde evli kadınların % 18’i , köylerde de % 76’sı eşleri tarafından dövülmekte ve aile içi suçlarda % 90’ını kadına karşı işlenmektedir.

Bu değerlendirme Türk toplum yapısını analiz etme ve sorunların temelinde yatan sosyal olguyu anlama bakımından önem taşımaktadır. Çünkü Türk kadının ifade özgürlüğünde gelinen noktada toplumumuz Cumhuriyet öncesi bir Doğu kültürüne sahipken bugün Doğu – Batı arasında sıkışıp kalmıştır.

TÜRK TOPLUM YAPISINDA KADININ KONUMU

Türk toplumunda kadın olmak özellikle son yıllarda daha da anlam kazanmaya başlamıştır. Çünkü 21.yüzyılda hala töre cinayetlerinin yaşanması, toplumsal yaşam değerlerinde karar merciinin dışında tutulması aydınlanma sürecini tamamlayamayan bir Cumhuriyet’in göstergesidir. Küreselleşmenin siyasi politik ve kültürel amaçları doğrultusunda pay edilen tüm görevlerde olduğu gibi küresel cinsiyet rejimi de inşa edilmektedir.

İş bölümünde çalışma -üretme alanı ile ev / hane iki ayrı alan haline getirilerek birbirinden koparılmıştır. Bu durum ekonomik, kurumsal ideolojik ve giderek politik bir ayırım olarak “piyasa” ve “hane”nin birbirinden mekan olarak da ayrışmasına ve bu mekanların içinde birbirinden farklı cinsiyet düzenleri oluşmasına yol açmıştır. Kendi aralarında hiyerarşik özellikler – üstünlükler de içeren bu tür “Cinsiyetlendirilmiş Mekanlar”ın oluşumu modern toplumsallaşmanın özelliği haline getirilmiştir. (Sancar, s: 51)

Cumhuriyet Öncesi Kadın

Cumhuriyet öncesi Türk kültüründe kadın’ı incelediğimiz zaman İslamiyet öncesine kadar gidebiliriz. Eski Türklerde kadın ve erkek eşit yaşam mücadelesini ortaya koymaktaydı. Bu durum Ziya Gökalp’in “Türkçülüğün Esasları” kitabında da incelenmiştir. Eski Türklerde ev sadece erkeğin değil, kadın ve erkeğin ortak malı olarak görülmekteydi. Dinsel inanç olarak Şamanizm’e göre kadınların, totemizm’e göre de erkeklerin kutsal güçlere sahip olduğuna inanıldığından Eski Türklerde hukuk kadın ve erkeği eşit haklar tanımaya itmiştir. ( Abadan, s: 7 )

Göçler sonucu Anadolu’ya yerleşen Eski Türkler 10.yüzyılda İslam dinini kabul etmiş ancak 14.yüzyıla kadar eski değer ve törelere bağlı olarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Bunun kanıtı olarak da “Dede Korkut Hikayeleri”ni gösterebiliriz. Bu yapıtta kadın, erkek gibi ata biner, ok atar, gerektiğinde de savaşır olarak belirtilmiştir. Kadın bir cinsel obje değil, doğurganlık özelliğinin dışındaki özellikleriyle de önem taşımaktaydı. Kısacası hem kadın hem de erkek için önemli olan kahramanlık gösterebilmekti.

Oysa kabul ettikleri İslam dini ve hukuku kadına sosyal yaşam düzeni içerisinde sınırlamalar getirmektedir. İslamiyet öncesi demokratik haklara sahip olan kadın İslamiyet sonrası erkeğin ardında bir kimliğe sahip olurken kadının erkeğine itaat etmesi de başlıca erdem olarak görülmüştür . Devlet yönetiminin dini öğretilere göre yönetilmesi yüzünden bu kader de yüzyıllar boyu hiç değişmemiştir. Bu nedenle Türk kadınının yaşamı Cumhuriyet dönemine kadar baş eğme, suskunluk ve ezilme içinde geçmiştir. Cumhuriyet devrimi ile kazanılan insanın sosyal yaşama hakkı kadının dini değerlere bağlı yaşamından kurtulmasına imkan sağlamıştır. Çünkü din ve devlet işlerinin birbirine karıştırılmadığı bir yeni yönetim biçimi hayata geçirilmiştir. Bunun adı da Laik Devlet düzenidir.

İslamiyet sonrasından yakın geçmişe kadar uzanan süreçte Türk kadını şeriat yasalarıyla günlük yaşamını sürdürmekteydi. Bazen bu Halife sultanların fermanlarıyla daha da katılaşıyordu. Bu fermanlardan bazıları şunlardır : “Kadınların mesire yerlerine gitmeleri yasaktır.(Tarih 1165)”,“Kadınlar ancak haftanın dört günü sokağa çıkabilirler. ( II.Osman’ın Fermanı 12.yüzyıl )” , “Kadınların sokakta babaları ve oğulları ile birlikte yürümeden başka erkekle aynı arabalara binmeleri ve belli meydanlara gitmeleri yasaktır. ( 1278 )” , “Yüze yapışan yaşmak takmak yasaktır. ( 15 Eylül 1881 ) Görülüyor ki hiçte insani olmayan ve özgür yaşam hakkına yapılan müdahalelerin aslında ne kadar bağnazlık içerdiğini bugün net bir şekilde görebiliyoruz. ( Abadan, s: 8 )

Türkiye’de ilk olarak 1839 tarihli Tanzimat Fermanı’yla ( Gülhane Hattı Hümayun ) din dil ırk ve cins ayrımı yapılmaksızın bireysel özgürlükler güvence altına alınmıştır. Geleneksel yapının değiştiği bu süreç temel haklar fermanı olup II.Meşrutiyet’le yaşama geçirilmiştir. Bu sayede özellikle 19 yüzyılın ikinci yarısından sonra Osmanlı yönetimi Batılılaşma hareketlerinin de etkisiyle cinsiyet ayrımcılığı düşüncesinden uzaklaşarak insan hakkı kavramının yerleşmesini sağlamıştır. Bu anlamda hukuksal açıdan tanınmaya başlayan haklar, tek eşlilik düşüncesine yöneliş, kızlar için tıp okulunun açılması, medeni yasanın kabulü, tek yönlü boşanmanın kaldırılması, kadınların sorunlarına yöneliş, kadınların yalnız başına sokakta dolaşabilmeleri, derneklere üye olabilmeleri, mülkiyet hakkı, ilk ve orta okullara devam edebilmeleri gibi düşünceler Batılılaşma ve Türkçülük gibi siyasi akımların birer uzantısı olarak hayata geçmeye başlamıştır. Ancak bu arada iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk tutulması düşüncesi ve uygulanması Cumhuriyet’in kurulmasına kadar sürmüştür.

Kadına artık birey olabilmenin kapıları açılmaya başlamıştır. Özellikle 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlatılan aydınlanma süreciyle kızların daha iyi imkanlarla eğitilmesi sağlanmıştır. Örneğin Abdülaziz 1863’de Kız Öğretmen Okulu’nun açılmasını buyurmuştur. İlk zamanlar sadece dini öğreti üzerine eğitim vermesine karşılık ilerleyen süreçte mesleki eğitime yönelik ( biçki-dikiş, halı dokuma, makine örme, tatlıcılık gibi ) müfredat programları geliştirilmiştir. Bu uygulamalar toplumun her kesimi için faydalı olacağı düşüncesiyle kabul görmüştü. Çünkü ağır iş ortamlarında çalışan erkeklerin eve geldiklerinde iyi bir eş bulabilmeleri amacıyla yapılan bir eğitim hizmeti olarak kabul görmüştür. Yoksa kadın için kendine denk bir sosyal yaşam hazırlama düşüncesinden kaynaklanmıyordu.

Aile içi huzursuzlukların en büyük nedeni olan kadınların eve mahkum edilerek eğitimsiz birer anne olmaları erkeğin hayatını yaşanmaz kılabiliyordu. Bu nedenle sevgisiz evlilikler sonucu yaşanan aile içi şiddet görülmektedir. Günümüzde de hala yaşanan bu durumların en temel nedeni ise çoğunlukla kadınların eğitimsiz bırakılmalarıdır. Eğitimli bir kadının kocasından şiddet görmesi ise kocasının eğitimsiz olan anne modeline dayanmaktadır. Çünkü ailesinden bunu görmüştür.

Kadının toplumumuzdaki yerini sosyolojik ve tarihsel olarak analiz ettiğimizde yukarıda bahsedilen gerçeklerle karşılaşıyoruz. Doğal olarak insani yanıyla hiçte hoş olmayan ve asırlar boyu süren bu mücadelenin içinde sanat olgusu bir kadın için tamamen ütopik kalmaktaydı. Zaten Türk sanatını cumhuriyet öncesi değerlendirdiğimiz de bile sanatın belli tabular içinde icra edildiği bir gerçektir. Kendini ve düşüncelerini ifade etme aracı olarak değil, belgesel ve devlet yönetiminin siyasi anlayışını yansıtma amaçlı olarak yapılan çalışmalardır. Bu nedenle ister resim olsun ister edebiyat yada tiyatro bunların tümü belli bir dünya görüşüne göre ve belli kişiler aracılığı ile yapılmaktaydı. Zaten dini inanışa göre kadının bu tür bir üretim sergilemesi de günah ve yasaktı. Ancak erkek için de sorgulamak ve düşündüğünü üretmek mümkün değildi. Batı kültüründe yaşanan bir Rönesans anlayışı ancak cumhuriyetin kuruluşu ile sağlanabilmiştir.

Cumhuriyet Dönemi Kadın ve Sanat

…. “Şuna inanmak gerekir ki, yeryüzünde gördüğümüz her şey kadınlarca yapılmıştır… Bir topluluk onu oluşturanlardan yalnız birinin çağdaş gereksinimlerinin kazanılması ile yetinirse, o topluluk yarıdan çok güçsüzlük içinde kalır. Bir ulus ilerlemek ve uygarlaşmak isterse, özellikle bu noktayı temel olarak benimsemek zorundadır… Kadınlarımız da bilgin olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün öğretim derecelerinden geçeceklerdir. Sonra kadınlar toplumsal yaşamda erkeklerle birlikte yürüyerek birbirinin yardımcısı ve destekçisi olacaklardır…»

Mustafa Kemal Atatürk

( Ocak 1923, Söylev ve Demeçleri II )

Osmanlı toplumunda kadın sorunu dinsel hükümlerin ağır bastığı hatta bazen fanatizmin hüküm sürdüğü kentsel çevrelerde bir baskı hedefi olarak ele alınmış ve bu yönde kadın ancak sanatsal yeteneklerini süslemeci el işçiliği alanında yoğunlaştırabilmiştir. Oysa Anadolu geleneklerinde kadının toplumsal gücü ve sosyal statüsü yüksek ve etkin olduğu bilinmektedir.

Türk sanatına genel olarak baktığımızda ilk çalışmalar yabancı sanatçıların ülkemize gelmesiyle hayat bulmuş ve peşinden Batılılaşma hareketleriyle benlik kazanmıştır. Tam da kadın mücadelelerinin başladığı bir süreç olması itibariyle kadın ve erkek sanat yolculuğuna hemen hemen birlikte adım atmışlardır.

Çağdaş Türk sanatının ilk temelleri 1867 Abdülaziz’in uluslararası bir sergiye davet edilmesiyle yön kazanmıştır. Bu dönemde İngiltere ve Fransa gibi Batı ülkelerinde baş gösteren kadın hareketlerinin Türkiye’de de etkilerini göstermesiyle toplumsal dönüşüm sürecine girilmiştir. İlk zamanlar toplum tarafından dinsizlik olarak nitelendirilen bu girişimler artık geriye dönüşü olmayan bir süreçle her geçen gün yaygınlaşmaktadır. Terakki gazetesinde yayımlanan Batının feminist haberleriyle ülkemizde artık kadın yazarlar da yetişmeye başlamıştır. II.Meşrutiyet devriminden sonra yaşanan tüm olaylar, kadını toplumsal dönüşüm mücadelesinin içine çekerek rol almasını sağlamıştır.

İstanbul’da ve özellikle Pera bölgesinde ( bugünkü adıyla Beyoğlu ) yaşanan ticaret ilişkileri ile giderek gelişen ve söz sahibi olan burjuva sınıfı hukuk ve ekonomi alanında yeni reformlar hazırlamış ve bu sayede kısıtlı olan kadının sosyal hakları 1839 tarihli Tanzimat Fermanı ile hayata geçmeye başlamıştır. Kızlarının birer Batılı hanımefendi gibi yetişmesini isteyen burjuva, bu amaçla Levanten, azınlık ya da ecnebi çevrelerle ilişki kurmuş, kızları için özel eğiticiler tutmuş hatta Avrupa’ya gidebilmelerini sağlamışlardır. (Tansuğ, s:135) 1880’lerden sonra özelikle Pera’da açılan sergilerle kadınlara sergi gezip görme ve hatta sergi açma fırsatları yaratılmıştır.

Ancak kırsal kesimin kızları için bu tür imkanlara sahip olma söz konusu bile değildir. Çünkü Osmanlı imparatorluğu döneminde kadının görevi belli olup bunun karşısına geçmesi imkansızdır. Köklü ve yaygın olan gelişmeler ancak Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk sayesinde ve onun çağdaş yaşam düşüncesiyle mümkün olmuştur. Türk kadınının kendini bulması ve giderek yaratıcı konuma gelmesi için ilk uygulama 4 Nisan 1926’da Resmi gazetede yayımlanan Medeni kanunun kabulüdür. Böylelikle Türk kadını bir çok sosyal haklarını en üst düzeyde ve erkeklerle eşit yaşama hakkına sahip olarak elde etmiştir.

Atatürk’e göre demokratik ve geleceğe yön veren bir ulusun kadını ikinci sınıf vatandaş olmamalıdır. Cumhuriyetin ilanını hazırlayan bu düşünceler daha iyi eğitim görmek isteyen dönemin genç kızlarını olumlu yönde teşvik etmiştir. Toplumsal yaşamda kendilerine düşen her türlü göreve hazır hissetmeleri ve özellikle sanat alanında yeteneklerini ortaya koymak için bu yönde çabalamaları, cumhuriyetin kurulmasında en önemli tetikleyici toplumsal olaylar arasında sayılabilir. 19.yüzyılın sonundan itibaren başlayan mücadelede kadın, 3 Nisan 1930’da belediye, 26 Ekim 1933’te muhtar, 5 Aralık 1934’te milletvekili seçme ve seçilme hakkını Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet değerleriyle elde etmiştir.

Gelinen bu noktada sanki sihirli bir değnek, toplumsal yaşam düzeninde hiçbir görevi ve değeri olmayan kadını taçlandırmıştır. İster bilimde olsun ister sanatta olsun kendi toplumunda bile değer görmeyen kadın bu gün için artık dünya çapında ismini duyurmakta ve hizmet vermektedir.

Gelişen sanat kültürüne paralel olarak yaygınlaşan sanat olgusu ile 1900’lerden sonra Türk kültüründe bir ilk gerçekleştirilmiş, Resim, müzik, seramik, edebiyat, tiyatro, opera bale gibi sanatın tüm dallarında hem erkeklerin hem de kadınların eğitim alabilmeleri amacıyla okullar ve konservatuvarlar açılmıştır. Bu okulların ilk amaçta erkekler için kurulması ( Sanayii Nefise Mektebi ) ve kızların gidememesi sıkıntı yaratır. Ancak daha sonra resmi makamlara yoğun taleplerle başvuru yapılarak kızlar için de okulların açılması sağlanmıştır.

1914’te İnas Sanayii Nefise mektebi adıyla kızlar için açılan okulun müdürlüğüne Mihri Müşfik hanım atanmıştır. Resim atölyelerinde güçlü iradesi, zekası ve sanatçı kişiliği ile oldukça başarılı çalışmalar ortaya koyan Mihri Müşfik hanım kız okulunda uygulamaya koyduğu çıplak model çalışmalarıyla da Türkiye’de bir ilki gerçekleştirmiştir.(Tansuğ,s: 137)

Aristokrat yaşamından vazgeçerek hayatını büyük mücadelelerle geçiren ve okulunda öğrencileri tarafından bir idol olarak görülen Mihri Müşfik hanım, içinde bulunduğu dönem olarak aslında oldukça büyük başarılara imza atmasına rağmen hakkında yeterli bilginin olmaması hatta kimsesizler mezarlığına gömülecek kadar sahiplenilmemesi oldukça üzücü bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Dönemin önemli ismi Osman Hamdi Bey’den daha idealistçe davranmasına rağmen M.Müşfik’in ismini öne çıkaracak önemli bir çalışma yapılmamıştır. Örneğin Türkiye’de Sanat dergisinde Osman Hamdi Bey adına sayı basılırken onun adına hiç bir şey basılmamıştır.

Bu arada İnas Sanayii Nefise’den mezun olan öğrencilerin daha sonra sanatla olan bağlarını sürdürüp sürdürmedikleri konusunda durum pek iç açıcı değildir. Canan Beykal’ın Yeni Boyut dergisinde yayımlanan yazısında da belirtildiği gibi Belkıs Mustafa, heykeltıraş Sabiha Bozcalı Feyhaman Duran’ın eşi Güzin Hanım bu okuldan mezun olmalarına rağmen sanat hayatına atılamamışlardır. Örneğin Güzin hanım Avrupa Konkuru’nda sınavı kazanmış olmasına rağmen Feyhaman Duran’ın egemenliği yüzünden gidememiş ve sanki kendi tercihiymiş gibi kanıksaması sanat tarihinden silinmesine yol açmıştır. (Antmen, Aliçavuşoğlu, s:144)

Çağdaşlaşma yolunda hızla ilerleyen yeni Türkiye Cumhuriyetinin en büyük devrimi kadının sanat alanında da öne çıkmasını sağlayacak yasal düzenlemelerin getirilmesidir. Bunun ilk adımı yetiştirilecek öğretmen ordusu için okulların açılmasıdır. Bu sayede yetişecek olan laik, çağdaş ve idealist öğretmenler Anadolu’da eğitime muhtaç kız çocuklarını eğiterek mahpus kaderlerini değiştirecektir.

Tüm mücadeleler artık bu yönde gelişmektedir. Kadın ideal bir anne olmanın yanında idealist bir meslek erbabı olma yolundadır. Kamuda ve özel sektörde iş sahibi olan yeni kadın modeli Anadolu’nun kadın sesi olmuştur. Bu süreçte sanat adına hiçbir geçmişi olmayan kırsal çevrenin genç kızları, Meşrutiyet döneminin aristokrat ailelerinin kızları gibi direniş gösteremeseler bile kendi çaplarında tabularını yıkmaya çalışmaktadırlar. Ancak ülkenin siyasi ve ekonomik stratejisi yüzünden 1980’lere kadar yetişen erkek sanatçı sayısı kadar kadın sanatçı yetişememiştir. Yine de genel anlamda sanatta en bilinen isimler arasında Mihri Müşfik, Hale Asaf, Nazlı Ecevit, Belkıs Mustafa, Sabiha Bozcalı, Fahrelnissa Zeid, Aliye Berger, Halide Edip Adıvar, Afife Jale, Semiha Berksoy, Neriman Altındağ Tüfekçi gibi önemli kadın şahsiyetler bulunmaktadır.

Resim sanatında 1975 yılına kadar üniversitede hiçbir kadın eğitimci ismine rastlanmamaktadır. Neşe Erdok’un Akademiye asistan olarak başlaması kadın akademisyenliğinde resim sanatı adına bir ilktir. O güne kadar üniversiteye kadınların alınmamasında en büyük nedeni yarın bir gün evlenip gideceği, çoluk çocuğa karışacağı için mesleğini sürdüremeyeceği gibi ön yargıların barındırılmasından kaynaklanmaktadır. Daha sonraki yıllarda Mürşide İçmeli, gibi kadın ressamlar aynı zamanda birer akademisyen olarak eğitime büyük hizmet vermişlerdir.

1980 sonrası dünyada mevcut yeni eğilimler, sosyal patlamalar, soğuk savaş sonrası post-modern anlatımlar her alanda olduğu gibi sanat alanında da kendini göstermiştir. Türkiye’de 1923’lerde başlayan hızlı kalkınma süreci, özellikle 1980 sonrası siyasi politika yüzünden kurulan YÖK’ün zaman içerisinde doğru bir politika izleyememesi sanat eğitimini de olumsuz yönde etkilemiştir. Belki eskiye göre sanatsal üretimler ve hukuksal açıdan kadın hakları ilerlemiş gözükse bile toplumun genelinde değer yargıları beklenen ölçüde yeterince çağdaş seviyeye ulaşamamıştır. Bunun en belirgin örneği; kültür ve sanat adına devletin teşvik edici belirgin bir politikasının olmaması, hatta bazen dışlayan tutum sergilemesi ve eğitimin ticari bir meta haline getirilmesi bu durumun oluşmasında en büyük etkendir. Oysa Batı’lı anlamda sanat kültürü bir yaşam biçimi olarak kabul görürken müzeler, projeler ve üretilen eserler dönemin toplumsal kültürünü gelecek kuşaklara aktarmada oldukça önem taşımaktadır.

Bugün için kadın – erkek ayırımı tamamen ekonomik çıkarlar üzerine yönlendirilmiştir. Ekonomik gücü kimin yakaladığının artık bir önemi olmayan şu günlerde önemli olan kısa zamanda refah yaşam düzeyinin elde edilmesidir. Kimlik, ahlak, ulus aidiyet gibi kavramların yerini artık başkalaşma, popülerlik, seri üretim ve tüketim kültürü yerleşmeye başlamıştır. Genç bir nüfus çoğunluğunun yaşadığı Türkiye’de cumhuriyet değerlerinin sonsuza kadar sürdürüleceği inancıyla 21.yüzyılda daha dinamik idealist üretken ve demokratik hak ve özgürlüklerin geçerli olacağı bir ülke hedeflenilmektedir. Bu nedenle hem kadının hem erkeğin insanca yaşam hakkını sürdürebilmesi ancak kaliteli eğitim sisteminden geçmiş sağlıklı bireylerin yetişmesi ile mümkün olacaktır.

KAYNAKÇA

  1. Abadan, N.U., 1982 , “Toplumsal Değişme ve Türk Kadını” , Türk Toplumunda Kadın, Araştırma, Eğitim, Ekin Yayınları ve Türk Sosyal Bilimler Derneği , s : 1 – 32
  2. Antmen, A., Aliçavuşoğlu, E., 2006, “Türk Sanatında Kadın ve Kadın Sanatçılar Üzerine Canan Beykal ile Söyleşi” Sanat Tarihi Araştırmaları Dergisi No : 1, s : 137 – 152
  3. Berktay, F., 2010, “Felsefenin Kadına Bakışı” Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları – Eşitsizlikler Mücadeleler Kazanımlar, Koç Üniversitesi Yayınları, No: 4, s :99–113
  4. Çakır, S., 2010. “Osmanlı Kadın Hareketi: XX.Yüzyılın Başında Kadınların Hak Mücadelesi” Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları – Eşitsizlikler Mücadeleler Kazanımlar, Koç Üniversitesi Yayınları No : 4, s : 99 – 113
  5. Giddens, A., ( Çev : Tatlıcan, Ü. ) 2010 , Modernite ve Bireysel Kimlik – Geç Modern Çağda Benlik ve Toplum / Modern Düşünce 1 , Say Yayınları
  6. Millett, K., ( Çev: Selvi, S. ), 1973, Cinsel Politika, Payel Yayınevi
  7. Devrim, M., 2006 Kültürel Feminizm ve Kültürel Cinsiyeti , Sanat Tarihi Araştırmaları Dergisi No : 1 s : 201 – 214
  8. Kahraman, H.B., 2010, Cinsellik Görsellik Pornografi, Agora Kitaplığı,
  9. Nutku, Ö., 2010 , “Kadın ve Sanat” Yedi – Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dergisi No : 4 , s : 137 – 141
  10. Sancar, S., 2009 Erkeklik : İmkansız İktidar – Ailede, Piyasada ve Sokakta Erkekler, Metis Yayınları, İstanbul
  • Tansuğ, S., 2003 Çağdaş Türk Sanatı, Remzi Kitabevi,
  • Waresquiel, E., “Kadın ( İkinci Cins )” “Kadınların Özgürlüğü Hareketi” İsyankar Yüzyıl – Yirminci Yüzyıl’ın Başkaldırı Sözlüğü Sel Yayıncılık Larousse 337 – 345
  1. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II , 1952, MEB Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları